Son Konu

Bilim Teknik Dergisini Sorulmuş İlginç-Bilgilendirici Sorular

iltasyazilim

Yeni Üye
Katılım
25 Ara 2016
Mesajlar
2
Tepkime
1
Puanları
38
Yaş
36
Credits
-2
Geri Bildirim : 0 / 0 / 0
Bilim ve Teknik Dergisine Sorulmuş İlginç Sorular ve Cevapları

Çok ilginç sorular var eminim çoğu sizinde kafanızı kurcalayan sorulardır



Kar neden beyaz renklidir? Öğretmenimiz cevabını veremedi (Merve Yazıcı)
Bir elma kırmızı görünür, çünkü elma yüzeyi ışıktaki renklerin çoğunu yutar ve sadece kırmızı ışık gözümüze yansıyınca elma yüzeyini kırmızı olarak görürüz Benzer şekilde, bir kar kristalinin üzerine güneş ışığı düştüğünde güneş ışığı kar kristali tarafından bir kaç kez saçılır Işığın hiçbir kısmı diğerine nazaran daha fazla yutulmaz, ve saçılmaz Böylece, ışıktaki tüm renkler eşit olarak geri yansıtıldığından karın rengi güneş ışığı gibi beyaz olarak görülür

Mikdat Kadıoğlu



Hava sıcaklığı, atmosferin üst tabakalarına doğru çıkıldıkça güneşe yakınlaşılmasına rağmen neden azalır? (Özlem Karaoğlu)
Çok soğuk bir havada yakılan ateşin başında otururken, ateşle yüzünüz arasındaki hava oldukça soğuk olduğu halde yüzünüzün çok sıcak olduğunu hissettiniz mi? Ateşten ışınımla gelen enerji, havanın kendisini çok az etkileyerek yüzünüze transfer olmuştur Yüzünüz, bu enerjiyi yutarak onu ısı enerjisine çevirip ısınmıştır, ama içinden geçtiği hava yüzümüz gibi ısınmaz Benzer şekilde, güneş ışınları havadan geçerken havayı ısıtmaz
Yeryüzüne ulaşan güneş ışınları yeryüzü tarafından yutulduğu için yer yüzeyi ısınır Yeryüzüne temas eden hava da yeryüzünden itibaren ısınmaya başlar Özetle, güneş yeryüzünü; yeryüzü de havayı ısıdır Bu nedenle, güneşe uzaklık ve yakınlık önemli değildir Benzer şekilde mevsimlerin oluşumunda da güneşe yakınlık değil, bulunduğumuz noktaya gelen güneş ışınlarının dikliği rol oynar

Evrim teorısiyle yakından ilgiliyim ve merak ettiğim konu ise insanların neden kıyafet giyme ihtiyacı duymuş olmaları ve böyle bir gereksinimi ne zaman farketmişler? şimdiden teşekkürler (Sinem Sidar)
İnsanların giyinme ihtiyacı, modadan ya da örtünmeden önce doğa koşullarından korunma gereksiniminden ortaya çıkmıştır Paleolitik çağda yaşanan buzul dönemleri sırasında sıcaklığın dayanılmaz derecelere düşmesi, insanları avlanan hayvanların postlarını giyecek olarak kullanmaya itmiş olmalı İnsanı Güneş’in yakıcı ışınlarından ya da kışın dondurucu soğuğundan koruyan giysiler, el aletlerinin gelişmesiyle birlikte kaba formlarından çıkıp gittikçe incelikli işçiliğe de sahip oldular

Gökhan Tok

İlk çağlardaki neolitik, mezolitik ve paleolitik devirlerindeki inanış ne idi? Hangi din(ler)e inanırlardı?(Eda Can)
Tek tanrılı dinlerden önce insanlar çok tanrılı inanışlara sahipti İlkel insanlar doğada gördükleri ama açıklayamadıkları güçlere tanrılık atfettiler Gökyüzü, yıldızlar, ateş, Güneş ya da onları etkileyen herhangi bir doğa gücü onlar için tanrısaldı Bilinen en eski inançlardan biri “ana tanrıça kültüdür Doğurganlığı, bolluğu ve bereketi temsil eden ana tanrıça fikri, isimleri bölgelere göre değişse de aynıydı Kibele, Artemis, İştar, Astoreth ya da İnanna, ana tanrıçanın isimlerinden yalnızca birkaçı Çok tanrılı inanışların en çok bilinen örnekleri Eski Mısır ve Eski Yunan’da karşımıza çıkıyor Doğa güçlerinin kişileştirildiği bu dinlerde her tanrı ya da tanrıça ayrı bir gücü simgeliyordu Eski Mısır’da Osiris, İsis, Seth, Hathor, Ra, Amon gibi büyük tanrıların yanında firavunların da tanrı olduğuna inanılırdı Eski Yunan’daki belli başlı tanrıçalar ve tanrılarsa Zeus, Hera, Apollon, Poseidon, Hades, Afrodit, Hermes idi Benzeri çoktanrılı inanışlar farklı tanrı ya da tanrıça isimleriyle dünyanın her yerinde görülür Eski Türklerse şamanist inanca sahipti Buna göre iyiliğin temsilcisi, en büyük tanrı olan Gök Tanrı’ydı Kötülükse, yer altında yaşayan Erlik Han adıyla kişileştirilmişti
Tek tanrı inancının yerleşip yaygınlaşmasıyla bu dinler terkedildi

Gökhan Tok

İnsan dünya üzerindeki varlığını ne kadar zamandır sürdürmektedir?

İnsanın evrimi, halen uzun ve derin tartışmalara yol açan bir konudur İnsanın bir “tür olarak “Homo sapiens halini alıncaya dek geçirdiği evreler, hominidlerin (dik yürüyebilen hayvanların) fosil kayıtlarına göre şekillendirilmeye çalışılmıştır Bu fosil kayıtlarına göre aşağıdaki gibi bir “insanlık tarihi listeleyebiliriz:
Australopithecus: İlk hominid (insansı) olan bu tür, 23 milyon yıl öncesinin Afrika savanlarına aittir Beyin büyüklüğü, modern insan beyninin 13’ü kadardı Yüz hafifçe ileri çıkık, çenenin ucundaki çıkıntı ise yoktu Dişlerinin şekli modern insanınkine çok benziyordu Australopithecus robustus daha ilkel bir form idi, vücut ve beyin olarak daha az gelişmişti Australopithecus africanus ise daha iri bir vücut yapısına sahipti (yaklaşık 160 cm boyunda ve 60 kg ağırlığında), ilkel taş aletler yapabilmişti, avcılık yapmaya başlamıştı ve çok büyük bir ihtimalle konuşma yeteneği de kazanmıştı
Homo habilis: Alet yapabildiği ve kullanabildiği bilinen ilk hominiddir
Homo erectus: Pekin veya Java adamlarını da içeren bu tür, 1,5 milyon yıl önce Homo habilis’den evrimleşmiştir H erectus ateş yakabiliyor, avcılık yapıyor ve barınaklarda yaşıyordu Ilkel sayılan Java adamlarında yamyamlık da görülüyordu Yaklaşık 1000 ml’lik bir beyine sahipti (modern insanda beyin yaklaşık 1375 ml’dir)
Homo sapiens: Modern insana çok büyük benzerlikler gösteren ilkel H sapiens varyasyonları Heidelberg insanı, Swanscombe insanı, Steinheim insanı ve Weimar insanı’nı içerir
1 Neandertal insanı: 130 000 – 30 000 yıl önce yaşamıştır
2 CroMagnon insanı: 90 000 yıl önce yaşamıştır
Homo sapiens’e ait en eski fosiller, Almanya’daki Neander vadisinde bulunan Neandertal insanına aittir (130 000 – 30 000 yıl öncesi) Modern insan ile karşılaştırıldığında, daha geniş ve çıkık bir göğüs kafesine, daha iri bir kaş bantına, daha güçlü bir çeneye ve biraz daha büyük bir kafatasına ve beyine sahipti Neandertal insanlarının alet yapabiliyor ve kullanabiliyor olmalarının yanısıra, ölüleri için gömü törenleri yaptıkları da bilinmektedir Hayvan derilerini giysi olarak kullanmış, mağaralarda yaşamış ve ateşi kullanmıştı Tamamen modern fosiller ise, günümüzden 90 000 yıl kadar önce yaşamış olan CroMagnon insanına aittir (Güney Fransa) CroMagnon ve Neandertal insanları bir arada bulunmuş olmalarına rağmen, ilginç olarak, sadece CroMagnon insanı modern gen havuzuna katılımda bulunabilmiş, Neandertal insanı ise modern gen havuzuna katkıda bulunamadan ortadan kalkmıştır
Yani, kısacası, Homo sapiens sapiens türünün yaklaşık 45000 yıldan beri dünya üzerinde var olduğunu söyleyebiliriz

Deniz Candaş


İlk dillerin farklılaşması nasıl olmuştur? Ayrıca, zencilerin siyahlaşması nasıl oldu? (Sümeyye Coşkun)

Yaşayan her dil, büyük bir çeşitliliğe ve bolluğa sahip Her dilin, benzer kavramları veya düşünceleri açıklama ve ifade etme şekli farklı Bunda bir sürü etken var Örneğin insan toplulukları birbirinden uzak alanlara yerleştikçe, belirli bir süre içerisinde bazı kavramlar da bu topluluklara has bir anlam kazanmaya başlıyor Kişisel şive farklılıkları, zamanla toplulukların geneline yayılıyor ve birbirine yakın topluluklardan öteye geçemiyor Bunun sonucunda da, bir topluluğun bünyesinde şekillenmeye başlayan dil, diğer bir topluluğun bünyesinde şekillenenden farklı bir karakter kazanıyor Nihayetinde de, her iki topluluk kendine has bir dil geliştirmiş oluyor
Dillerin farklılaşmasında diğer bir önemli etken ise argolar Tabii ki burada meslek argolarından, yani jargonlardan bahsediyoruz Sadece meslekler için geçerli olmayıp, belirli kültürel birlikler ve hatta farklı yaş grupları arasında bile belirli jargonlar ortaya çıkıp yerleşebiliyor Böylece de, aynı toplum içerisinde bile dilde ufak tefek farklılıklar ortaya çıkıyor Dillere katılan yeni kelimelerin çoğu, belirli argolar halinde ortaya çıkıyor ve daha sonra kabul görerek dile yerleşiyor
Bir üçüncü etken ise, farklı kültüre sahip toplumların bir araya gelmesi Bir araya gelen gruplar farklı dillere bile sahip olsalar, birbirleriyle anlaşmak zorunda kalacaktır Bu nedenle de, belirli bir süre sonra bu farklı diller ortak bir noktada birleşecektir Tabii ki bu birleşim sonucu ortaya çıkan dilde, her etnik grup kendi yerel lehçesinin belli özelliklerini ön plana çıkaracaktır Sonuçta şekillenen dil de, başka bir yerde bir araya gelen herhangi iki etnik grubun veya grupların şekillendirdiği dilden farklı olacaktır
İlk dillerin ortaya çıkışı ise, bunlardan çok farklı değil Belirli özelliklere veya yeteneklere sahip olan insan topluluklarının bir araya gelmesiyle birlikte, bu gruplar kendilerine has dillerini geliştirdiler Yani en başta bile, birden çok dil vardı (poligenezis) Daha sonra insan toplulukları yer değiştirdikçe, yeni alanlara yayıldıkça, bu göçler sırasında birbirlerinden ayrıldıkça ve yeni gruplar bir araya geldikçe de dillerin şekillenmesi devam etti Bir başka yaklaşım ise, en başta tek bir dil olduğu (monogenezis) ve daha sonra yer değiştirmeler sonucunda, yukarıda anlattığımız şekilde farklı dillerin ortaya çıktığı
Ancak kesin olan bir nokta, ilkin insanların bizim anladığımız karakterde bir dile sahip olmadıkları Belirli durumlar için mutlaka birbirleriyle sözlü olarak anlaşıyorlardı, fakat bu muhtemelen düzgün ve anlamlı kelimeler yoluyla değildi İnsanın evrimi ilerledikçe, bu ilkin sesler de anlamlı kelimelere dönüştü Sonuçta da “konuşma ve “dil şekillendi
Burada bahsettiğimiz şey, konuşmadan sorumlu olan organların gelişimini tamamlaması Yani dil, damak, farinks ve ses tellerinin son halini alması Bunların zamanla gelişimini bir bebekte de görebiliyoruz
Gelelim ikinci sorunuza Zencilerin ten renginin siyah oluşu, derilerindeki Melanin pigmentinin yoğunluğuyla ilişkili Koyu ten rengi ise, yaşadıkları bölgelerdeki ortam koşullarına sağladıkları uyumun bir sonucu Afrika koşullarını bir düşünelim: ekvatora yakınlığı nedeniyle güneş ışınlarının en dik olarak ulaştığı bölge Sıcak hava koşullarının yanında, yer şekilleri ve bitki örtüsü de “koyu bir ten rengini gerektiriyor Dünyanın kuzey ve güney bölgelerinde ise (ekvatora göre), bu koşullar söz konusu olmadığı için ten rengi daha açık Ten renginin koyuluğu, sadece güneşten korunmanın bir gerekliliği değil, aynı zamanda güneş ışınlarının yoğunluğunun bir doğal sonucu Güneş ışınları, MSH hormonunun salgısını arttırıyor ve vücutta Melanin sentezi hızlanıyor Ayrıca güneş altında uzun zaman kaldığınızda ten renginize ne olduğunu da düşünün İşte tüm bu etkenlerin varlığı, zaman içinde gen havuzuna yerleşiyor ve ortam koşullarına en yüksek uyum, ırkların temel özelliklerini şekillendiriyor


Güneş’in asıl renginin yeşil olduğunu okumuştum Atmosferimizdeki kırılmalar sonucunda sarı renk olarak algıladığımızı yazmıştı Güneş’in asıl rengi yeşil mi? teşekkürler (Umut Pelitli)


Güneş, gözümüzün algıladığı tüm dalgaboylarında ışıma yapar Yani, Güneş ışığı tüm renkleri içerir Bu nedenle, güneş’in ışığı beyazdır Ancak Güneş, sarıyeşil renkli algıladığımız dalgaboylarında en yüksek ışıma yapar Ancak, bu farkı algılayabilmemiz zordur Atmosfer, mavi ışığı saçar, bu da Güneş’in mavi ışınımının küçük bir bölümü yeryüzüne ulaşamaz Bu da Güneş’i tam olarak beyaz değil, sarımsı görmemize neden olur (Not: Güneş’e kesinlikle bakmayın Kısa süre için bile bakmak, gözde kalıcı hasara neden olabilir)

Alp Akoğlu

Son günlerde 2019 de Dünya’nın yakınından geçeceği söylenen gezegen doğrumu yoksa asparagas mı!? Eğer doğruysa yaratacağı etkiler doğru mu??? Hepsi doğruysa bizlerin nasıl bir önlem alması gerekir??? Yoksa her şey bitiyor mu artık!!!! Cevabınız için şimdiden teşekkürler (Vedat Ustan)


Gezegenimize bir göktaşının çarpma olasılığı çok küçük de olsa her zaman var Ancak, bu göktaşlarının küresel olarak tehlike yaratabilecek olanların çoğu saptanmış durumda Geri kalanları saptamak için de çalışmalar sürüyor Ancak, Dünya’ya çarpabilecek herhangi bir gezegen saptanmış durumda değil Ayrıca böyle bir gezegenin varlığına ilişkin herhangi bir veri de yok 2019’de gezegenimize çarpacağı öne sürülen gezegenin Plüton yakınlarında olduğu söyleniyor Bu kadar yakında yer alan böylesi bir gezegenin gözlerden kaçması olanaksız Yalnızca bilin adamları değil, amatör gözlemciler de bu tür bir gökcismini rahatlıkla gözleyebilirlerdi Elbette, varolsaydı Bu tür komplo teorileri, bilimi istismar ederek kazanç sağlamaya çalışan kişilerin eseridir

Alp Akoğlu


Tüm evren içindeki her şeyle birlikte, bizle, dünyayla, yıldızlarla, bir anda, örneğin yüzde birine küçülse, bunu bilebilir miydik? Bu soruyu sorduğum bir arkadaşım bileceğimizi çünkü ışık hızının değişmeyeceğini söyledi Foton boyutunun da küçüleceğini düşündüğümüzde ışık hızı yine sabit mi kalacak? Yanıtlarsanız sevinirim (Oğuz Büyükahraz)


Bilebilirdik; çünkü uzaklarda bulunan ve günümüzde evrenin artan bir hızla genişlemesi nedeniyle hızla birbirlerinden uzaklaşan gökadalardan daha çoğunu görebiliyor olurduk Işık hızı sabit kalmaya devam edecekti Fotonun kütlesi olmadığı için küçülmesi söz konusu değil




Dünyamız kaç yaşında?(Burcu Çınar)

Dünyamız, yıldızı olan Güneş'le birlikte oluştuğu için, yaşı da onun kadar; yani, yaklaşık 4,6 milyar yaşında

Raşit Gürdilek




Uzayda ışık saçan güneş ve yıldız olduğu halde neden orası siyah ya da neden pembe değilde siyah?Uzayın sınırı nerde?(Erkan H)


Yıldızların ve parlak gökadaların varlığına karşın uzayın siyah olmasının nedeni, çok geniş olması ve giderek artan bir hızla da genişlemesi Gerçi biz gökyüzünde çıplak gözle yalnızca 78 bin yıldız görebiliriz, ama birbirine kütleçekimiyle bağlı en az 100 milyar yıldızdan oluşan bir gökadanın (Samanyolu'nun) içinde yaşıyoruz Evrende bu gökadalardan 200 milyar kadarının bulunduğu hesaplanıyor Gene de bu kadar yıldız, evrenin toplam enerji içeriğinin çok küçük bir bölümünü
oluşturuyor Tüm gökadalardaki normal (atomlar ve alt parçacıklarından oluşan) madde, evrenin dan ışıma yapabilen, madde madde normal madde (ışıyan madde)toplam enerjinin ancak %4'ünü meydana getiriyor Karanlık madde diye tanımlanan ve henüz gözlen memiş, nitelikleri bilinmeyen
ancak varlığını kütleçekimiyle belli eden bir madde türüyse, toplam enerjinin %23'ünden sorumlu Evrendeki enerjinin geri kalanınıysa, kütleçekiminin tersine itici bir etkisi olan gizemli bir karanlık enerjinin oluşturduğu ve son birkaç milyar yıldır evrenin giderek
hızlanan genişlemesinden sorumlu olduğu, son gözlemlerle ortaya çıkmış durumda Gene son gözlemler, evreni yaratan Büyük Patlama'nın bundan 13,7 milyar yıl önce meydana geldiğini gösterdi Bu durumda evrenle ortaya çıkan ışınım, ışık, yaklaşık 14 milyar yıldır her tarafa yayılıyor Evreni bir
küre gibi düşünecek olursak, bu durumda görünebilen (ışığın varabidiği) evrenin çapının 2728 milyar ışıkyılı olduğu sonucunu çıkarabiliriz Bir ışıkyılı, bildiğiniz gibi boşluktaki hızı saniyede 300 000 km olan ışığın bir yılda aldığı yol (yaklaşık 10 trilyon km)

Raşit Gürdilek




Dünya'ya 2006 yılında göktaşı çarpacağı doğru mu?(Leman Deniz)


Gezgenimiz ve üzerinde yaşayan canlılar açısından önemli bir tehlike oluşturacak bir göktaşı henüz keşfedilmedi Küresel boyutta yıkıma yol açabilecek bir göktaşının çapının 1 km'den büyük olması gerekiyor NASA,1998'de başlattığı bir proje kapsamında, gezegenimiz için tehlikeli olabilecek asteroidleri bulmaya çalışıyor Bu projenin hedefi, gezegenimize yaklaşan ve çapı 1 km'yi aşan asteroidletin yörüngelerini saptamak 2008 yılına kadar, bu gökcisimlernin %90'ının saptanması hedefleniyor Günümüze değin keşfedilen, Dünya'ya yakın asteroidlerin sayısı 635 ve bunlardan
yalnızca birinin, 2880 yılında yeryüzüne çarpma olasılığı var Bu olasılık da 300'de bir Yani, 2006'da yeryüzüne bir göktaşı çarpacağına ilişkin herhangi bir veri yok

Bundan 65 milyon yıl önce olduğu gibi, gezegenimizi küresel boyutta etkileyecek bir çarpışma çok ender gerçekleşse de, çapı 100 m civarında olan göktaşları birkaç yüzyılda bir yeryüzüne çarpıyor Bu göktaşları,gezegenimizin tümünü etkilemese de, bir kent merkezine ya da yakınına düşerse, çok ciddi yıkıma yol açabilir Bilim adamları bu durumun farkındalar ve çapları 100 m ile 1 km arasındaki göktaşarını saptamak için yakında çalışmalar başlatılması düşünülüyor




Pilin çevre kirliliğine etkileri nelerdir?(Özge Klk)


Demir ve Kadmiyum, pilerde bulunan başlıca metaller Pillerde aynı zamanda az miktarda antimony, lityum, kobalt, gümüş, cıva, çinko ve öteki kimyasallar da bulunur Bu metalleri barındıran piller ciddi kirlilik sorunlarına neden olurlar Örneğin, kadmiyum, yok edilemez ve güvenli bir çöp depolama alanında saklanmadığı sürece, besin zincirine karışır Buradan, çevresel tüm alanlara ulaşır ve özellikle insanların ve balıkların karaciğer, böbrek ve beyinlerine zarar verir Aynı şekilde cıva da yok edilemez Soluma ya da deri temasıyla bulaşır ve böbreklere ve ciğerlere yerleşir Demir, beynin zarar görmesine, kırmızı kan hücrelerinin parçalanmasına, hastalıklara karşı direncin azalmasına ve bağırsak ve böbrek kanserine neden olur Çevremizi ve sağlımızı korumak için atacağımız adımlardan biri de şarj edilebilir piller kullanmak olacaktır

Banu Binbaşaran Tüysüzoğlu




Sera gazlar nasıl oluşur?Bunlar hangi gazlardır ve etkileri nelerdir?teşekkürler(Hüsyin Molla)


Karbondioksit, su buharı, metan, nitröz oksit, kloroflorokarbonlar sera gazları olarak adlandırılır Bu gazlar, Güneş’ten Dünya’ya ulaşan kızılötesi ışınları hapsederek gezegenimizin sıcaklığının belirli bir seviyede tutulmasını sağlıyorlar Güneş ışınları Dünya’a ulaştıktan sonra ışınların bir kısmı, Dünya yüzeyinden uzaya geri yansıtılırlar Sera gazları, işte bu noktada devreye girer Bu gazlar, yüzeyden yansıyan ışınları soğurarak, ısı enejisinin geri yansıtılmasını engeller ve gezegenin ısınmasına neden olur Aslında bu gazlar, yaşamın varolması için gerekli sıcaklığın oluşumunda en büyük role sahipler Ancak, atmosferdeki oranları çok arttığında, sıcaklığın, yaşamı engelleyici seviyelere ulaşmasına yol açabilirler Bu gazlardan, kloroflorokarbonlar, nitriöz oksit ve metan, aynı zamanda morötesi ışınlarının Dünya’ya ulaşmasını engelleyen ozon tabakasının da incelmesine neden oluyorlar Tüm bunların sonucunda, beklenen etkilerse, deri kanserleri ve öteki sağlık sorunlarında artış, tarım faaliyetlerinin zarar görmesi ve deniz ve kara ekosistemlerinin tehlikeye girmesi Atmosferdeki karbondioksit mikarının artmasında en büyük etken, fosil yakıtlar; yani, petrol, kömür ve doğal gaz Fosil yaıtların kulnımı yer kabuğunun tabakalarında birikmiş Co2 gazının hızlı bir biçimde atmosfere verilmesine neden oluyor Atmosferdeki Co2’i fotosentez yoluyla uzaklaştıran ormanlık alanların azaltılması da, işin tuzu biberi oluyor Sera etkisi denilen bu olay sonucunda, deniz seviyelerinin yükselmesi, sıtma gibi hastalıkların yaygınlaşmaya başlaması, yükselen sularla kıyılarda toprak kaybı, bir çok canlının geri dönüşsüz şekilde yok olması, içme suyu sorunun ciddi boyutlara ulaşması, fırtınaların yönlerinin değişmesi ve sıklıklarının artması, orman yangınlarının artması ve ciddi sağlık sorunlarının artması bekleniyor Yani, ısınan Dünya’da yaşam pek de kolay olmayacak

Banu Binbaşaran Tüysüzoğlu




Yıldırım gökten yere mi yoksa yerden gökyüzüne mi doğru hareket eder? ( Koray Bakar )


Yıldırım yerden gökyüzüne doğru hareket eder Yıldırım fışkırdı sözünün zamanla yıldırım düştü sözü ile yer değiştirmesi gereklidir Çöl kökenli tozların içerdikleri bakteri ve mantarların bulut içerisinde aktif hale gelmeleri ve ortama okzalik asit çıkarmaları, güneş enerjisi yeterli seviyede ise çöl tozları ile demir okzalat yapmaları ve daha sonra ortama Fe(II), Zn, Mn gibi elementleri çıkarmasıda bilinen elektriklenme olaylarına ilave yöntemler olacaktır Yıldırımların günlük olarak izlendiği web sayfasına bakılırsatozlarla yıldırımların çakıştığı görülebilir Bu yaklaşım henüz bilim dünyasınca bilinmemektedir Ancak çöl kökenli tozların bulut içerisindeki iyon dengesini değiştirdiği de bilinmemekte idiBir soruya cevap verirken araştırılması gereken daha birçok konunun olduğunu gösterdik ama bilimsınırları olmayan ve zamanla bildiğimizi zannetiğimiz şeylerin de sorgulanmasını gerektiren bir uğraşı dalı değil mi?

ACemal Saydam



Mutasyon neden daha çok haploid hücrelerde gerçekleşir? Bir de at ile eşeğin çiftleşmesiyle oluşan katır neden kısır bir canlıdır ? (Göksel Demir)

Mutasyonun daha çok haploid hücrelerde gerçekleştiği gibi bir şey söylememiz doğru olmaz Yalnızca, diploid hücrelerde gerçekleşen mutasyonların bazıları, eğer homolog kromozomların birinde gerçekleşmişse, diğer homolog kromozom tarafından düzeltilme şansı olabilir Haploid hücrelerdeyse, meydana gelen herhangi bir mutasyonun DNA onarım mekanizması tarafından düzeltilme olasılığı çok düşüktür Bu nedenle de, bir sonraki nesle aktarılma olasılığı yüksektir
Katır gibi türler arası melez canlıların kısır olma nedeni de, farklı kromozom sayılarına sahip olan türlerin haploid hücrelerinin birleşmesiyle gelişmeleri ve bu nedenle de kendi üreme hücrelerinde tam ve verimli bir haploidliğin sağlanamamasıdır

Deniz Candaş




Zoologlar tarafından hayvan, botanikçiler tarafından bitki olarak adlandırılan öglena gerçekte bitkimidir yoksa hayvan mıdır? (Engin Vatansever)


Euglena ne hayvandır ne de bitki? Tıpkı mantarların ne hayvan ne de bitki olduğu gibi İki alemli sınıflandırmanın kullanıldığı dönemlerde, hayvan olmadığı kesin olan her canlıya bitki denmiştir Bakteriler bile bir zamanlar bitkiler grubu altında incelenmiş Neyse ki o zamanlar çok eskiler de kaldı Euglena gibi hem hayvan hem de bitkilere ait özellikler gösterdiği düşünülen ya da bütünüyle farklı olan –bakteriler gibi canlılar kendilerine ait özel gruplar oluşturularak bu gruplar altında incelenmeye başlamışlardır Burada sadece bir gruba ait olduğu düşünülen bir özelliğin ne olduğu tam olarak anlaşılması önemlidir Örneğin Euglena’nın bitki olduğunun düşünülmesi başlıca sebebi fotosentez yapabilmesidir Ancak bakteriler ve pek çok başka bir hücreli canlı da fotosentez yapabilmekte Bu durumda bilim adamları, fotosentezin bitkilere has bir özellik olmadığına karar vererek karışıklığı gidermişlerdir Bugünkü sınıflandırma sistemlerinde içinde Euglena bir hücreli canlıların pek çoğunu içinde bulunduran Protistler alemi içindedir Ancak Protistler grubu içindeki karışıklık henüz sürmekte Euglena ve pek çok canlının bu grup içinde nasıl bir yere konacağı henüz tartışılmakta

Murat Gülsaçan




Merhaba benim sorum şu (Biraz kafa karıştırıcı): Yoğurt yapılırken bir miktar maya kullanılırAma mayada yoğurttan meydana gelir O zaman nasıl ilk olarak yoğurt yapılmıştır (İbrahim Akın)


Maya dediğimiz, mayalarolarak bilinen ve mantarlar aleminin üyeleri olan canlılar Çok büyük ihtimalle ilk yoğurt, bir kenara bırakılmış olan sütün mayaların etkinliği sonucunda, istemsiz olarak meydana geldi Daha sonra bunun nasılolduğunu anlayabilmek için yoğurt incelendi ve buradaki mayaların varlığı anlaşıldı
Mayalar, yalnızca yoğurttan elde edilmiyor Bunlar, çeşitli yaşama ortamlarında bulunabiliyorlar Yoğurt yapımında, yoğurttan alınan mayaları kullanabileceğiniz gibi, başka yerlerden elde edilmiş mayaları da kullanabilirsiniz Sonuçta önemli olan, mayaların yaptıkları kimyasal tepkimeler

Deniz Candaş



İnsan gözü 1000 dpi ile görüyor, peki kaç fps tazeleme ile görüyor? Yani gözün yakalayamadığı kareler var değil mi? (Selçuk Mülazımoğlu)


Göz bilgisayarlar gibi satır ya da sayfa taraması yapmıyor Ancak sarı lekeye düşen bir görüntü yaklaşık 40 milisaniye süreyle orada kalıyor Yani 40 milisaniyenin altındaki değişimleri seçemiyoruz Bu durumda yaklaşık 25 fps diyebiliriz

Tanju Akdeniz



En çok hangi canlıda kromozom vardır? Teşekkürler (Şebnem Deniz Şahin)


Canlılar arası kromozom sayıları oldukça değişkendir Bilinen en düşük kromozom sayısı n 1’dir Karıncalardan Myrmecia pilosula bazı bir hücrelilerde n 1’dir En yüksek kromozom sayısı, hayvanlarda n 223’le bir kelebek olan Lysandra atlantica’ya ait Bitkilerdeki rekor ise hayvanlarınkinden çok daha yüksek Bir eğrelti olan Ophioglossum reticulatum’un n 630 kromozomu var Bitkilerde poliploidi yani kromozom sayısının hücre bölünmesi sırasındaki aksaklıklar nedeniyle katlanarak artması çok sık rastlanan bir durum Ophioglossum’da bu büyük kromozom sayısına bu şekilde ulaşmış
Bilim adamlarının ökaryotlardaki ideal maksimum kromozom sayısını tahmine yönelik yaptıkları bir araştırma bu sayının n 166 olması gerektiğine işaret etmiş
Imai T H et al, J Theor Biol (2002) 217,6174

Murat Gülsaçan




Merhaba ben Ege Ünv Biyokimya öğrencisiyim Şu soruyu merak ediyorum Bir insan beynini kullanarak vücudunu istediği gibi kullanabilir mi? Örneğin bir hastalığa yakalanacağını hissettiğinde vücudunu veya bağışıklık sistemini olabileceğinden daha fazla aktif hale geçirebilir mi? Yoksa bu sadece psikolojik bir olay mıdır? (Ünsal Erdem)


İnsan beyninin korteks denilen üst merkezleri sadece istemli kasları kontrol edebilmektedir Meditasyonla istemsiz kasları da kontrol eden insanlar olmasına rağmen, moleküler reaksiyonların beynin bilinç düzeyinde komuta edilmesine dair bir bilgi yoktur

Ferda Şenel




Depremin şiddeti ile büyüklüğü arasındaki fark nedir? (Göktürk Kutluhan)


Depremin büyüklüğü gerçekte deprem sırasında açığa çıkan enerjinin büyüklüğüdür Bundan magnitüd olarak da söz edilir Bu değer, deprem merkez üssünden 100 km uzaklıktaki sismograf tarafından kaydedilen P ve S dalgarının maksimum genliklerinden yararlanılarak hesaplanır Bu yöntem ilk
olarak Charles Richter tarafından bulunduğu için ölçeğe de Richter Ölçeği denir Richter Ölçeği, logaritmik bir değerdir Bu, depremin büyüklüğündeki 1 birimlik bir artışın sismogram genliğinin 10 kat, deprem sırasında açığa çıkan enerji miktarınınsa 30 kat artması anlamına gelir Genellikle
büyüklüğü 3’ten küçük depremleri hissetmeyiz Depremin şiddetiyse, depremin yerkabuğundaki etkilerinin bir ölçüsüdür Depremin o bölgedeki canlılar ve yapılar üzerindeki etkisine bakılarak birtakım şiddet cetvelleri hazırlanmıştır Bunların en bilineni Mercalli Şiddet Cetveli’dir

Elif Yılmaz




Depremin güneş tutulması ve diğer gezegenlerin hareketleriyle ilişkisi var mı? Gelgitler sonucu çok büyük kütlelerde su hareketi oluyor Bu hareket magmada olabilir ve deprem yaratabilir mi? (Eşref Selçuk)


Dünya litosferin kimi yerlerinden kırılması nedeniyle şekilleri düzgün olmayan ve kati halde bulunan 6 büyük ve çok sayıda küçük levhadan oluşur Bu levhalar magmanın da etkisiyle yılda ortalama 110 cm kadar yer değiştirirler Levhalar birbirleriyle temas halinde olduğundan herhangi bir levhadaki bir hareket zincirleme olarak diğerlerini de etkiler Milyonlarca yıldır suren levha hareketleri kıtaların ve okyanusların yerlerini ve biçimlerini değiştirir Bu süreç levha tektoniği olarak da bilinir Levha tektoniği nedeniyle yerkabuğunun kimi yerlerinde (özellikle de levha sınırlarında) büyük gerilme, sıkışma ya da bükülmeler görülür Bu basınç kabukta kırılmalara yol acar Fay adi verilen bu kırıklar, depremlerin oluş nedeni sayılır Depremler, kabukta oluşan gerilmenin zamanla birikerek, sonunda kaya bloğunun zayıf bir noktasından kırılmasıyla yeni bir fay oluşumuna ya da var olan fayın kaymasına bağlı olarak meydana gelir Bu kırılma ya da kaymayla, birikmiş olan basınç ya da gerilme bir anda boşalır ve büyük bir enerji açığa çıkar İste bu enerjinin etraftaki kaya kütlelerinde oluşturduğu titreşim ve sarsıntı depremi yaratır Dolayısıyla depremlerin Güneş tutulması ya da diğer gezegenlerin hareketleriyle bir ilgisi olmadığı söyleniyor bilim adamlarınca
Ayrıca, deprem, yanardağ patlaması ya da toprak kayması gibi yer hareketlerinin deniz tabanında meydana getirdiği alçalma ya da yükselme nedeniyle oluşan ve tsunami de denilen dev deniz dalgalarının da gel git bir ilgisi yoktur

Elif Yılmaz




Değerli taşların renk oluşumu nelere bağlıdır Neden zümrüt yeşil, yakut kırmızıdır Bu konuyu işleyen bir kaynakça göstermeniz mümkün olur mu? Teşekkürler (Sadi Şenocak)


Değerli taşları renklendiren unsur bileşimlerinde bulunan elementlerdir Örneğin, zümrüt içerdiği krom nedeniyle koyu yeşil renktedir Türkiye’den başka dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan iri şeffaf kristal diasporun renk değişiminin, içinde eser miktarda bulunan krom elementince oluşturulduğu sanılmaktadır Diaspor kristalinde yeşil renk kristal kafesi içine giren demir, kahverengi renk mangan atomlarınca oluşturulmaktadır Diasporun iki renklilik özelliğiyse kromun oluşturduğu renk merkezinden kaynaklanmaktadır Akuvamarinse mavimsi yeşil renkli bir beril türüdür Bu değerli taşın kristalleri Manisa Gördes ilçemiz civarında çıkarılmaktadır Gördes akuvamarin tipi beriller mavi yeşil rengiyle tanınır Bu rengin oluşumunaysa Fe+ ve Fe+3 çiftinin akuvamarin içindeki alüminyumun yerini almasıyla oluştuğu düşünülmektedir
Değerli taşlar konusunda Bilim ve Teknik dergisinin Temmuz 2002416 Sayısında yayımlanan Doğanın Işıltılı Armağanları başlıklı makaleyi okumanızı öneririz Ayrıca konuyla ilgili ayrıntılı bilgiye üniversitelerimizin jeoloji mühendislikleri bölümlerinden edinebilirsiniz Ankara Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümünde çalışmalarını sürdüren AÜ Gemoloji Topluğu’nun web adresiyse şöyle:
http:erosscienceankaraedutr~gemology
Bu sayfada bulunan linklere girerek konuyla ilgili ayrıntılı bilgilere ulaşmanız da olası

Gülgûn Akbaba



Altın nasıl oluşuyor ve elde ediliyor?


Altın, magma denen erimiş kayanın, katı kayanın içinde katmanlaşması sonucu oluşur Magma soğuyup katılaşmaya başlarken, su ve diğer buharlaşabilen maddeler yüksek basınç altında magmadan ayrılır Sıcak suyun ve buharın oluşturduğu yüksek basınç çevredeki katı kaya üzerinde yarıklar, çatlaklar meydana getirir Bu ayrılan hidrotermal eriyiklerin yerleştikleri yerler işte bu yarık ve çatlaklardır Hidrotermal eriyikler soğuduğunda, maddelerin tortulanması gerçekleşir Bu tortulaşma özellikle de kuvarsın damarlar biçiminde çökmesiyle oluşur

Altın göreli olarak alçak erime ısısına sahip olduğu için, bazen bu hidrotermal eriyiklerle birlikte bu kaya yarıklarının içine taşınır ve orada kuvars damarları içinde katılaşır Altın ararken bakılacak ilk yerlerden biri magma gövdesinin katmanlaşmış olduğu kuvars damarlarıdır Kaliforniya’daki Sierra Nevada’nın en bilinen altın yataklarından biri Mother Lode’dir Eğer bu kuvars damarları aşınacak olsa, altın ırmaklar şeklinde akacaktır; bu da son yarım yüzyılda Sierra Nevada eteklerinde tavayla altın aramada nasıl başarılı olunduğunu açıklıyor

İki tür maden ocağı vardır: birinci tür ocaklarda altın içeren kayaçlar, genellikle de damarlar, yerinde işletilir; ikinci türde ise altınlı alüvyonlar işlenerek altın elde edilir Damarlarda altın oranı ton başına 6 ile 12 gram arasında değişir ve ocaklar çok derin katmanlara değin inebilir; çünkü cevher oluşumu, genellikle derin kayaçlara değin yayılır Altınlı alüvyonların işletilmesi çok daha kolaydır; ayrıca yerinde işlenen kayaçlara göre daha düşük oranlarda altın içeren alüvyonlar bile elverişlidir Öte yandan, başka maden ocaklarından gelen metaller (gümüş, elektrolit arıtma çamuru, kurşun, bakır, nikel) arıtılırken de altın elde edilebilir
 
Üst Alt