Son Konu

Fatih Sultan Mehmet Kimdir?

bilgiliadam

Yeni Üye
Katılım
16 Ağu 2017
Mesajlar
1,516,397
Tepkime
42
Puanları
48
Credits
-46,831
Geri Bildirim : 0 / 0 / 0

Fatih Sultan Mehmet Kimdir? İstanbul’un fatihi, İstanbul’u fetheden komutan; Fatih Sultan Mehmet’in (2. Mehmet) hayatı, dönemi ve yaptıkları...​

Fatih Sultan Mehmet Kimdir? Fatih Sultan Mehmet nasıl bir şehzadelik ve eğitim hayatı yaşadı? Fatih Sultan Mehmet tahta ne zaman ve nasıl çıktı? İstanbul'un fetih planı ve fethi esnasında neler yaşandı? Fatih Sultan Mehmet'in Akşemseddin -hazretleri- ile olan bağı nasıldı? İstanbul’un fatihi, İstanbul’u fethederek Peygamber Efendimiz’in müjdesine nâil olan Sultan Fatih Sultan Mehmet’in (2. Mehmet) hayatı...

KISACA FATİH SULTAN MEHMET KİMDİR?​

Fatih Sultan Mehmed, 3 Mart 1432’de, Edirne’de doğdu. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Humâ Hatun’dur. Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir yapıya sahipti. Devrinin en büyük âlimlerinden çok iyi eğitim görmüştü; yedi yabancı dil bildiği söylenir. Âlim, şâir ve sanatkârları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed’in en çok değer verdigi âlimlerden biridir. Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi.

Fatih Sultan Mehmed, okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça’ya çevrilmiş olan felsefî eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritası’nı yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed, yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul’a getirtti. Nitekim astronomi bilgini Ali Kuşçu, kendi döneminde İstanbul’a geldi. Ünlü ressam Bellini’yi de İstanbul’a davet ederek kendi resmini yaptırdı.

Fatih Sultan Mehmed, 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat yirmi beş sefere katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.

20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, İstanbul’u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak ‘Fatih’ unvanını aldı. Hz. Muhammed (s.a.v)’in Hadis-i Şerifinde müjdelediği İstanbul’un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Ortaçağ’ı kapatıp, Yeniçağ’ı açan cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmed, nikris hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü, Maltepe’de vefat etti ve Fatih Camii’nin yanındaki Fatih Türbesi’ne defnedildi. O’nun Roma’yı fethedeceği düşüncesiyle zehirlendiği de kaynaklarda yer almaktadır.

İstanbul’un fatihi, İstanbul’u fetheden komutan; Fatih Sultan Mehmet’in (2. Mehmet) ayrıntılı hayatı.

FATİH SULTAN MEHMET (2. MEHMET) (1451 - 1481)​

"Fâtih Sultan Mehmet, (1432-1481) yılları arasından hüküm süren yedinci Osmanlı sultanıdır. Fatih’in babası Sultan II. Murat, annesi Hüma Hatun’dur.

Resûlullâh’ın iltifâtına mazhar olmuştur. O, sultanlığının yanı sıra dîn ve fen ilimlerini de ikmâl etmiş bir âlim, aynı zamanda ince rûhlu bir şâir ve derin bir gönle sahip, derviş rûhlu hassas bir insandı.

1451 yılında Osmanlı tahtına oturdu. 1453 yılında İstanbul Fâtihi oldu. Otuz yıllık saltanatı müddeti içerisinde i’lâ-yı kelimetullâh yolundaki üstün gayretleriyle iki imparatorluk, dört krallık ve onbir prenslik ortadan kaldırmıştır. Babasından 880.000 km2 olarak aldığı vatan topraklarını 2.214.000 km2’ye çıkarmıştır.


Fatih Sultan Mehmet Han

2. MEHMET'İN ŞEHZADELİK EĞİTİMİ​

Daha küçük yaşlardan itibaren titiz bir eğitimden geçen II. Mehmet, gönül eğitimini Akşemsettîn -kuddise sirruh- Hazretlerinin mânevî terbiyesinde ikmâl etmiştir. Bu terbiyenin başlayışı şöyle olmuştur:

Hacı Bayrâm-ı Velî, Sultan II. Murât’ı ziyarete gelmişti. Yanında talebesi ve mânevî evlâdı Akşemsettîn de vardı. Sultan Murât Han, bu mübârek zâtın feyzinden oğlu Şehzâde Mehmet’in istifâde etmesini istedi. Her cengâver sultan gibi Murât Han da İstanbul’un fethini hayâl ediyordu. Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretlerine:

“–Acep İstanbul’un fethi kime müyesser olacak?” diye sorunca, O da:

“–Feth-i mübîni görmek şu şehzâde ile Akşemsettîn’e nasîb olacak!” cevabını verdi.

Bu açık kerâmet ile duygulanan Murâd Han, oğlunu Akşemsettîn’in terbiyesine vermek için Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretlerinden izin istedi. Bu vesile ile Akşemsettîn, Şehzâde Mehmet’in mânevî terbiyesini üzerine alarak, O’nu feth-i mübîne mânen hazırladı.

Bu hazırlıkta diğer hocaların rolleri de son derece müessir olmuştur.

Birgün hocası Molla Gürânî, Şehzâde Mehmet’in gece yarısı odasının ışığını yanık olarak gördü. Merak etti. Yanına girdi:

“–Şehzâdem niye uyumadın?” dedi.

O da:

“–Hocam, mütâlaa ediyordum..” karşılığını verdi.

Hocası sordu:

“–Hangi dersi mütâlaa ediyordun?”

Fâtih cevap vermeyip sustu.

Hocası çalıştığı dersi merak edip O’nun masası üzerindeki yığınla evrâkı karıştırdı. Hepsi İstanbul’un müstakbel fetih projeleri idi. O, fethin nasıl gerçekleşebileceğini plânlıyordu. Hocası:

“–Bunlar nedir evlâdım?” deyince Fâtih, içinde gizlediği sırrı açıklamak zorunda kaldı. Hocasına:

“–Hocam! Sır olarak kalması şartıyla nicedir uykusuz kalıp da yaptığım çalışmaların ne olduğunu söyleyebilirim.” dedi.

Hocasının mütebessim bir çehre ile başını salladığını görünce devam etti:

“–Hocam! Bu iş nicedir içimi yakıp kavurmaktadır. Düşünüyorum ki, tâ sahâbe-i kirâmdan beri defalarca muhâsara edilen ve mübârek ashâbın kanları ile sulanmış bulunan şu Kostantiniyye şehri niçin fethedilemiyor?.. O beldeyi fethetmenin yolu nedir? İşte bu yüzden uykularım kaçıyor, sabahlara kadar plânlar yapıyorum...”

Bu kavruk ifâdeleri dinleyen Hocası, küçük Fâtih’i son derece takdîr etti. Ayrıca O’nun bu işi başarabilmesi için gerekli haslet, meziyet ve seviyeye bir an evvel ulaşabilmesi yolunda da şu yön verici nasîhatte bulundu:

“–Evlâdım! Bu büyük zafere nâil olmanı cân ü gönülden arzu ederim. Lâkin ben, senin câhil bir sultan olmanı değil, âlim, ehl-i kalb ve firâset sahibi bir hükümdar olmanı isterim. Zaten Kostantiniyye şehrinin mutlakâ fethedileceğini kaç asır evvelden âhırzaman Peygamberi Muhammed Mustafâ -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz:

«Kostantiniyye elbette fethedilecektir! Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel askerdir!..” buyurarak bildirmişlerdir.

Bu itibarla Hazret-i Peygamber’in medhederek müjdelediği o büyük şanlı fetih, mutlakâ ki âlim, âdil, dirâyetli ve daha birçok üstün meziyetlere sahip bir kumandan tarafından gerçekleştirilecektir. Dolayısıyla senin, maddî ve mânevî her türlü eğitimini tekmîl ettikten sonra o büyük fethe seferber olman, rûhumun en büyük emelidir...”

Küçük Şehzâde, hocasının gönlünden taşan bu samîmî nasîhatlerindeki nükteleri kavrayarak, yıllar yılı bunlardan mânevî bir kuvvet aldı. Hedeflenen dirâyet ve kemâlâta ulaşabilmek için gece gündüz gayret etti.

Nitekim çok erken yaşlarda “feth-i mübîn” ile zihnen son derece meşgûl olup âdetâ bu mes’elede fânî olan Şehzâde, ilim yolundaki gayretini de eksiltmeyerek kısa zamanda Arapça, Farsça, Latince, Sırpça ve Yunanca’yı öğrendi.

Eğitimini gördüğü zâhirî ve bâtınî ilimlerle hem kendi nefsî hayatını, hem de devlet işlerini düzene koydu. Fen ve teknik bilgileriyle de savaşlarda kullanacağı harp âletlerini tekâmül ettirdi. Projesi kendisine âid olan ilk havan topunu döktürerek İstanbul’un fethinde kullandığı meşhurdur.

Târihle meşgul olarak; “Beyliklerin ve devletlerin, meydana gelişi, inkişâfı ve nihayet târih sahnesinden yok olmalarının sebep ve netîceleri..” üzerinde îmâl-i fikrederek kendine has bir târih felsefesine sahip oldu.

Fâtih, ilmî seviye ve rûhî derinliğinin neticesinde ulu bir Sultan, büyük bir cengâver, aynı zamanda engin gönüllü bir derviş ve hassas, rikkat-i kalbiyye sahibi bir şâir olarak târihteki müstesnâ yerini almıştır..

Fâtih Sultan Mehmet Han, devrinin en büyük âlimlerinden ders almış bir Sultandı. İlmî müzâkerelere katılır ve bazen kendisi re’yini bildirerek ilimdeki mahâretini izhâr ederdi. Akşemsettîn Hazretlerinden aldığı yüksek mânevî eğitimin yanında fıkıhda Molla Hüsrev, tefsîrde Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Bey Çelebi, kelâmda Hocazâde, riyâziyyede Ali Kuşçu’dan ders almıştır.

“2. Mehmet: Ya Bizans bizi alır ya biz Bizans’ı alırız”

“YA BİZANS BİZİ ALIR YA BİZ BİZANS’I ALIRIZ”​

Fâtih Sultan Mehmet Han, ashâb-ı kirâm zamanından beri devâm edegelen ve İstanbul’un fethini hedef alan ulvî bir heyecan şerâresi hâlindeki hamlelerin sonuncusunun başkumandanlığını yapıyordu. Yaradılışındaki istîdâdlar, almış olduğu maddî ve kalbî eğitimle birleşerek, O’nu “feth-i mübîn”e çoktan hazırlamış bulunuyordu. Şuuraltında bununla o kadar doluydu ki çocukluğundan beri elinde kâğıt-kalem, dâimâ fetih projeleri ile meşgul olmuştu. Vird hâlinde:

“Ya Bizans bizi alır ya biz Bizans’ı alırız!..” diyordu.

Yirmibir yaşında Sultan olduktan hemen sonra ulemâ ve ümerâyı toplayıp İstanbul’un fethini istişâre etti. Ancak toplantıya katılanların ekserîsi:

“–Kostantiniyye’nin fethi, ancak Mehdî’nin işidir!” dediler ve bu işe râzı olmadılar.

Bunu işiten Akşemsettîn Hazretleri, ortaya çıkan neticeye hemen müdâhale etti ve:

“–Hayır! Sultanımız Mehmet Han, Kostantiniyye’yi fethedecektir!..” diyerek kararın fethe müteallık olmasını sağladı.

Yıllardır İstanbul fethinin hasretiyle büyüyen Sultan Mehmet Han da, bundan ziyâdesiyle memnûn kaldı. Derhal hazırlıkların yapılmasını emretti.

Fahr-i Kâinât -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in 900 sene evvelki müjdesini gerçekleştirerek, O’nun müjdesindeki iltifâtlarına nâil olmak için asker, kumandan, sultan, âlim ve evliyânın gönülleri, heyecan ve istiğrâk çağlayanı hâline gelmiş bulunuyordu. Fâtih ve askerlerinin asıl gücü, bundan kaynaklanıyordu. Nitekim Hâlid bin Zeyd -radıyallâhü anh-’dan itibaren İstanbul’a karşı vâkî her sefer ve her fetih hamlesi, neticesiz kaldıkça, ümid ve cesaretleri kıracağı yerde, bilâkis dökülen mübârek sahâbe kanlarının inzimâmıyla (ilâvesiyle) mücâhidlerin azmini bileyen bir müessir güç hâline geliyordu. Evvelki başarısız hamleler ve bu yolda sarfedilmiş neticesiz emekler, sanki yağmur dolu bulutların mecbûrî bir inişle boşalması gibi fethin de, zuhûr safhasına intikâlini zarûret hâline getiriyordu. Ashâb-ı kirâm hazerâtından başlayarak vâkî müteaddid fetih hamlesinde dökülmüş olan mübârek kanlar, Fâtih ve askerlerine bir vefâ borcu gibi görünüyordu.

Fâtih’in eşsiz dehâsının eseri olarak; gemiler, karadan yürütülüyor; havan topları, mevzîlerine oturtuluyordu. Gönüller, bir an evvel Bizans’a girip Ayasofya’da ezân okuyabilmenin heyecânını duyuyordu.

Asker:

“Ne olursa olsun inşâallâh zafer bizimdir!.”

“Artık ya şehîd olup cennete, veya zaferle Bizans’a gireceğiz!..” diyordu.

Her biri, üzerlerine lav gibi ateş akıtan Bizans’ın surlarına tırmanmak için:

“Bugün şehîdlik sırası benimdir!” diyerek şehâdet vuslatının aşk ve heyecanını yaşıyordu.

Bu feth-i mübîne, Ortaasya’dan tayy-i mekân ederek Ubeydullâh Ahrâr Hazretlerinin de iştirâk etmiş olduğunu, torunu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakleder:

Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, perşembe günü öğleden sonra âniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip sür’atle Semerkant’tan dışarı çıktı. Talebelerine: «–Siz burada oturunuz!.» buyurdu.

Mevlânâ Şeyh adı ile mârûf bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullâh Ahrâr Hazretlerinin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu âni yolculuğun hikmetini sordular. O da:

«–Türk sultanı Mehmet Han, benden istiâne etti. Yardım diledi. Ben de O’na yardım etmeye gittim. Allâh’ın izni ile zafer kazanıldı..» buyurdular.”

Horasan’dan gelip İstanbul fethine iştirâk eden pîr Ubeydullâh Ahrâr’ın oğlu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:

“İstanbul’a gittiğimde Sultan II. Bâyezîd, babam Ubeydullâh Ahrâr’ın şekil ve şemâilini şu şekilde târif etti:

«–Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdâda yetişmesini istedim.. Şu şu vasıfta bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:

“–Korkma! Zafer senindir!..” buyurdu.

O pîre:

“–Küffâr askeri çok fazla!.” dedim.

O da bana cübbesini açarak:

“–İçine bak!” dedi.

Hayretle cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu gördüm:

“–Bu ordu sana yardıma geldi..” dedi.

Devam etti:

“–Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e tokmak vur! Ve bütün askere hücûm emrini ver!” buyurdu.

Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de, ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti..”

Velhâsıl Fâtih’in, fetih sırasında cümle evliyânın rûhâniyet ve istiânesinden müstefîd olduğu târîhî bir vâkıadır.

Husûsiyle Akşemsettîn Hazretlerinin mânevî sahada olduğu kadar zâhirî sahada da çok büyük yardımları olmuştur. O’nun, Sultan Mehmet Han’a olan duâ ve niyazları yanında zuhûr eden birtakım aksaklıkları giderme bakımından verdiği nasîhatlar da oldukça mühimdir. Gerçekten de Akşemsettîn Hazretlerinin, boğazdan Bizans’a erzak ve yardım getiren düşman donanmasına engel olunamaması karşısında atını denize süren Fâtih’i irşâden yaptığı tavsıyeler, târihî bir kıymet arzeder. O mâneviyat sultanı, talebesi olan genç Sultan’a der ki:

“Sâf ve temiz selâmları ulaştırdıktan sonra Sultanımıza arzolunur ki, donanma mürettebâtının ihmâlinden doğan hâdise, kalblere hayli üzüntü ve hoşnutsuzluk verdi. Eldeki bir fırsatın kaçırılmasına mahzûn olduk. Zannımca bu hatânın sebeplerine gelince;

Birincisi; ihlâsla gayrette bir anlık za’fiyet gösterilmesi ve siz Sultan’ımızın idârî hususlardaki tâlimatlarının ihmâl veya ihlâl edilmesidir.

İkincisi; bu zayıf kulun, ettiği duâ ve birtakım mânevî işâretlere binâen verdiği fetih müjdesine itibar edilmemesidir.

Daha bir çok mahzur sayılabilir.

O halde Sultanım! Taarruzda iken yumuşaklık göstermeyip disiplini muhâfaza ediniz! Kim itâatsizlik etti ise, kimin ihmâli varsa, araştırıp şiddetle cezâlandırılmalı, azl ve tâzîr edilmelidir. Böyle yapılmazsa, yarın kaleye hücûm ile surların dibindeki hendeklerin doldurulması gerektiğinde önemsemeyip gevşeklik gösterirler. Bilirsiniz bazıları cezâdan korkar.

Umudumuz, imkân ölçüsünde gerek fiilen, gerek emir vermek ve hükmetmek husûsunda ciddî ve gayretli olup azmi elden bırakmamanızdır. Aynı şekilde ihmâlkâr davrananları cezâlandırma işini, merhamet ve insâfı az birine bırakınız ki, gerektiği şekilde cezâlarını infâz eylesin!

Allâh Teâlâ buyuruyor:

“Ey peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla savaş! Karşılarında çetin ol! Onların yeri cehennemdir. O ne kötü dönüş yeridir.” (et-Tevbe, 73)

Önden gitmeyenlerin kalbinde za’fiyet vardır. Onlar, münâfık hükmündedir ve kâfirlerle cehennem azâbında beraber olacaklardır.

Maslahat îcâbı himmetinizi yüksek tutun! Sonunda mahzûn, mahcûb ve mağmûm olmayalım... Huzûr-i ilâhîye ferâh, mansûr ve muzaffer olarak gidelim..

Hüküm Allâh’ındır. Ancak kul, elinden geldiği kadar gayret ve çalışmada kusur etmemelidir. Rasûlullâh ve ashâbının sünneti budur.

Sultanım! Bu gece kalbi kırık bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm tilâvet eyleyip yatmıştım. Allâh’a çok şükür ki, nicedir vâkî olmayan müjdeler gerçekleşti. Hazretinize söylediklerimiz fuzûlî kelâm sayılmasın!. Bunlar, siz Hünkâr’ımıza olan muhabbetimizdendir.”

PEYGAMBER EFENDİMİZİN MÜJDESİNE NAİL OLDU​

Feth-i mübîn uzadıkça uzuyordu. Başlangıçta fethe karşı çıkanlar arasında huzûrsuzluk başladı. Öyle ki, Sultan Fâtih’in yanına varıp:

“–Sultanım! Bir dervişin sözüyle bu kadar asker helâk oldu. Hâlâ Frengistân’dan kâfire yardım gelir. Artık fetih ümîdi kalmadı...” dediler.

Hem fethin gecikmesinden hem de onu istemeyenlerin yaptıkları tazyiklerden son derece canı sıkılan Fâtih, vezîri Ahmed Paşa’yı hocası Akşemsettîn’e yolladı:

“–Paşa! Var Şeyh Hazretlerine sor ki, kaleyi fethetmek ve zafere ulaşmak müyesser midir?”

Bu suâle Akşemsettîn Hazretleri, cevaben:

“–Ümmet-i Muhammed’den bu kadar Müslümanlar ve gâzîler bir kâfir kalesine hücûm eylediler. İnşâallâh fetih müyesser olur!..” haberini gönderdi.

Ancak Fâtih Sultan Mehmet Han, bu haberden arzu ettiği cevabı alamamış olduğundan ve biraz da içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyenin verdiği fetih ve zafer iştiyâkının sabır ve itidâlindeki tahammülü zorlaması ile Ahmed Paşa’ya:

“–Paşa! Bu haber kâfî değil! Müjdelediği zaferin vaktini dahî bildirsin!..” dedi.

Genç Sultan’ın içinde bulunduğu durumu gâyet iyi bilen Akşemsettîn Hazretleri, derin ufuklara daldı ve fethin akâmete uğramaması için Sultan’ın irâde ve azmini mânen takviye zarûreti hissederek uzun müddet Rabbine ilticâ etti. Nihâyet vârid olan zuhûrât neticesinde, kendisinden istenilen mâlûmâtı verdi:

“–Rabîulevvel ayının yirminci günü seher vaktinde sıdk u himmetle filân cânibden hücûm edilsin! Fetih o gün nasîb ola!.. Kostantiniyye şehri ezân sadâlarıyla dola!..” dedi.

Bu müjdeyi alan Sultan Mehmet Han, 29 Mayıs 1453 sabahı karadan ve denizden görülmemiş bir azimle büyük bir hücûm başlattı. Top gürültüleri arasında göklere yükselen kös, davul ve mehterin kudretli sesleri, tekbîr sadâlarıyla birleşerek Fâtih ve askerlerini Peygamber müjdesi rehberliğinde İstanbul’a bir sel gibi akıtıyordu.

Böyle bir heyecan ve şevkle yapılan hücûmla, nihayet surların üzerinde Ulubatlı Hasan’ın diktiği bayrak, dört bir yana dalgalanmaya başladı. Artık Kostantiniyye fethedilmişti. Defalarca kuşatılan bu şehrin fethi genç hükümdar Gâzî Sultan Mehmet Han’a nasîb olmuştu.

CİHANGİR HÜNKAR​

Cihangir Hünkâr, fetihten sonra âlimler, ârifler, ve paşalarla berâber -hattâ sonradan kendisini muhâkeme edecek olan- kadı Hızır Bey’le de yanyana, muhteşem bir merâsim ile Edirnekapı’dan şehre girdi.

Beyaz atının üzerinde askerlerine son tâlimâtını şöyle verdi:

“–Gâzîlerim! Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun ki İstanbul’un fâtihleri oldunuz! Mukâvemet etmeyip aman dileyenlere aslâ dokunmayın! Kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve hastalara da en küçük bir zarar vermeyin! Sadece size helâl olan ganîmetlerden alınız!..”

O’nun insan hakları beyânnâmesinden çok evvel îlân ettiği bu hükümler, millî târihimizin en şerefli vesîkalarından biridir. Bu âdilâne tavır karşısında hayran kalarak gözleri dolan İstanbul patriği, Fâtih’in ayaklarına kapandı. Fâtih, onu ayağa kaldırarak:

“–Bizim dînimizde insanlar karşısında Allâh’a secde eder gibi eğilmek harâmdır. Kalkınız! Size ve sizinle birlikte bütün hıristiyanlara her türlü hak ve hürriyetleri iâde ediyorum. Şu andan itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz husûsunda gazab-ı şahânemden korkmayınız!.. Patrikhane, Rum ortodoks cemâatinin lideri olarak târih içinde kazanmış bulunduğu bütün imtiyazları muhâfaza edecektir...” dedi.

Fâtih Sultan Mehmet Han, daha sonra bir fermân-ı hümâyûn ile bu sözlerini te’yîd ve tekrar etmiştir ki, bunun mânâsı, ortadan kalkmak durumuna gelmiş bulunan patrikhaneyi yeniden ve daha kuvvetli bir sûrette ayakta tutmaktı. Bu ise, Fâtih’in ileri görüşlülüğünün parlak misâllerinden biridir. Zîrâ İstanbul’daki patrikhane, dünyâ ortodoksluğunun merkezi idi. Devlet-i Aliyye’nin düşmanlarından olan Ruslar ve Sırplar bu merkeze bağlıydılar. Katolik papalıkla ortodoks âlemi arasında başlangıçtan beri bir husûmet mevcûddu. Eğer ortodoks mezhebinin merkezi ortadan kaldırılmış olsaydı, zamanla hıristiyanlık âlemi, papanın liderliği altında birleşebilirdi. Bu ikililiğin devamı için papalığın muâdil ve mukâbili olarak devamı gerekirdi. Bu ise, hıristiyan birliğini parçalamak demekti. Bunun içindir ki Fâtih, fermanında patriğin ekümenik, yâni âlem-şümûl vasfını da kabûl etmiştir.

Bu davranışla takip edilen siyasetin bir diğer yönü de müslümanların, hıristiyanlara karşı adâletli ve müsâmahakâr tutumunun hıristiyanlık âlemi üzerinde husûle getireceği müsbet te’sîrdi. Gerçekten Osmanlı’nın, Büyük Fransız İnkılâbı’yla başlayan milliyetçilik cereyanlarına kadar Rumeli’de nüfusça azınlık olunduğu halde sağlayabildiği sulh ve sükûnun temelinde yatan asıl müessir, budur. Ayrıca bu adâlet, birçok hıristiyanın hidâyetine de vesîle olmuştur.

DERVİŞ YOLU​

Fâtih, Şehzâdebaşı, Bâyezît yolunu tâkip ederek ilerliyordu. Yol kenarlarında askerler selâma durmuştu. Rum kızları ise, genç Sultanı çiçek yağmuruna tutuyorlardı. Bu sırada bir dervîş, yolun ortasına çıktı. Fâtih’e hitâben:

“–İstanbul’u fethettim, diye bu kadar kendine pâye alma! Sen İstanbul’u bizim gibi dervîşlerin duâsı ile aldın..” dedi.

Fâtih de cevaben:

“–Doğru söylersin dervîş baba.. Lâkin bir harp, duâ askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse, zafere ulaşır. Duâyı bırakanları, âhiret cehennemi bekler. Kılıcı bırakanlara da, çok yazık olur!. Duâ temel sâiktir. Lâkin ona esbaba tevessül de eklenmelidir ki, netice alınabilsin! İşte bugün de böyle olmuştur. Hep birlikte hem duâ eyledik, hem de kılıç salladık; zafer müyesser oldu. Zaferin sırrı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in izini tâkip etmektir..” dedi.

Büyük Hünkâr, bu sûretle kendisinden sonra gelecek nesle de, zaferin mecbûrî şartının; kılıcın, Kur’ân rûhu istikâmetinde kullanılması ile mümkün olacağını ne güzel ifâde etmiştir.

Bundan dolayıdır ki, bütün Osmanlı târihi boyunca kılıçla fethedilen şehirlerde en az bir câmide “an-fetih” sûretiyle hatîb efendi cum’a hutbesine kılıçla çıkar ve ona dayanarak hutbesini okurdu. Bunun mânâsı, hatîbin konuşma hakkı ve hürriyetinin, kuvvet ve kudreti elinde bulundurmakla mümkün olduğuna işâretti. Bugün bile Bâyezîd Câmî-i Şerîfi’nde hatîbler hutbeye kılıçla çıkarlar. Diğer taraftan şâyet fethedilen belde kılıç girmeden sulhen ele geçmişse, orada da hatîb efendi, cum’a hutbesine “an-vatan” sûretiyle elinde bir Kur’ân-ı Kerîm ile çıkardı.

İSTANBUL’UN FETHİ​

Fâtih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethini maddî sebepler kadar mânevî ricâlin himmetine de atfetmektedir. Bundan dolayı kendisine gül atan Rum kızlarına hocası Akşemsettîn Hazretlerini gösteriyor ve bu iltifatların, asıl onun, yâni galebede kendisine omuz veren mâneviyâtın hakkı olduğunu ifâde etmek istiyordu.


Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a Girişi

O’nun, Akşemsettîn Hazretlerine gösterdiği tâzim, pek yüksektir. Öyle ki, İstanbul’u fethettiği gün etrafındakilere:

“–Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzûr, yalnız bu kalenin fethine değil; Akşemsettîn gibi azîz ve mübârek bir Allâh dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır...” demesi, şâyân-ı dikkattir.

Şiirlerini «Avnî» mahlasıyla yazan Hünkâr’ın rûhî derinliğini aksettiren şu iki beytinde, O’nun i’lâ-yı kelîmetullâh dâvâsında sadece ve sadece Allâh’ın nebîleri ile velîlerine istinâd ettiği görülmektedir:

İmtisâl-i «câhidû fillâh» olupdur niyyetüm

Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretüdür gayretüm

“Niyyetim; «Allâh yolunda cihâd ediniz!» emrine riâyet etmektir. Gayretim de, İslâm dîninin hâlis ve ulvî gayretidir.”

Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim,

Lutf-i Hakk’dandır hemân ümmîd-i feth u nusretüm

“Benim, peygamberlere ve Allâh dostlarına bağlılığım vardır. Fetih ve zafer ümîdim de, dâimâ Allâh’ın lutfundandır.”

İşte O’nun enbiyâya ve ehlullâha karşı bu yüce bağlılık ve ihtirâmıdır ki, onların himmet ve feyzlerinden dâimâ müstefîd olmasına vesîle olmuştur. Nitekim başta Akşemsettîn Hazretleri olmak üzere bütün evliyâullâh, bilhassa İstanbul’un fethinde O’na her türlü maddî ve mânevî yardımı sağlamışlardır. Öyle ki Akşemsettîn Hazretleri, Fâtih’e fetihden evvel istikbâle âid mâlûmâtlar bile vermiştir. Daha sonra Akşemsettîn -kuddise sirruh- Hazretlerine, fethi müteâkıben:

“–Niçin fethi önceden haber vererek, istikbâl hakkında sözler söyledin?” diye sorulunca, O da:

“–Kardeşim Hızır -aleyhisselâm-’dan, fethin ne zaman zuhûr edeceğini öğrenmiştik!.” buyurdu.

AKŞEMSETTİN HAZRETLERİNİN KERAMETİ​

Fâtih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethinden sonra, daha evvel feth-i mübîn için gelip orada şehîd düşmüş bulunan ashâb-ı güzînin kabirlerini tesbît ettirmeye başladı. Bunlardan Hazret-i Peygamber’in mihmandarlığını yapan Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrini hassaten tesbît ettirmek istiyordu. Ancak düşman tecâvüzlerine karşı muhâfaza maksadı ile gizlenmiş olan bu mübârek kabr-i şerîf, bulunamadı. Bunun üzerine Fâtih, Akşemsettîn Hazretlerine mürâcaat ederek:

“–Efendi Hazretleri! Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrini nasıl bulabiliriz?” diye sordu.

Hazret-i Pîr, birkaç dakîka murâkabeye vardıktan sonra o mübârek ve şanlı sahâbînin kabrinin yerini gösterdi. Oraya işâret olması için bir sopa dikildi. Fakat Fâtih Mehmet Han, hocasına itimadsızlığından değil, ancak gönlünün tamamen mutmain olması için geceleyin sopanın yerini değiştirdi. Ertesi gün belirlenen yeri kazmak üzere gelindiğinde Akşemsettîn Hazretleri, tekrâr murâkabeye vardı ve talebesi Fâtih’in hayret nazarları arasında:

“–Sultanım! İşâretimizin yeri değişmiş!..” deyip sopayı eski yerine getirdi.

Artık Sultan’ın gönlünde hiçbir şüphe kırıntısı dahî kalmadı ve gösterilen yer kazılmaya başlandı. Birazdan Ebû Eyyûb’a âid bir mezar taşı çıktı; Akşemsettîn Hazretlerinin kerameti tahakkuk etti.

Sultan Fâtih’in emri üzerine kabir, tamamen ortaya çıkarılarak üzerine bir türbe yanına da bir câmî ve medrese inşâ edildi.

FATİH’İN ALLAH DOSTLARINA OLAN MUHABBETİ​

Fâtih, mânevî terbiyesinde yetiştiği hocası Akşemsettîn’i çok sever, O’na pek fazla hürmet ederdi. Sık sık ziyâretine gider; yanından, gönlü huzûr ve sükûn içinde dönerdi.

Akşemsettîn de, ara-sıra kendisini ziyârete gelince Fâtih, ayağa kalkar, O’nu haşyetle ayakta karşılardı. Mahmûd Paşa, birgün merâk ve hayretle:

“–Azîz sultanım, siz hiçbir âlime göstermediğiniz hürmet ve tâzimi Akşemsettîn’e gösteriyorsunuz!. O’nun yanında size bambaşka bir hâl oluyor. O’nun diğer âlimlerden ne farklı tarafı var?..” diye sordu.

Fâtih de cevaben:

“–Hiçbir zaman, mekân ve şahısta görmediğim heybet ve câzibeyi, bu kişide görüyorum. Bu heybet ve muhabbet, gönlümü alt-üst ediyor. Beni apayrı âlemlere sevkediyor. Muhabbet ve heybet, birbirine zıd iki hâl olduğu halde, rûhumda nasıl birleşiyor?! Ben de buna hayret ediyorum.. Bu hâl nedir? Bu hâl, neyin nesidir?. Anlıyorum ki bu, O’nun cismânî varlığından değil, Hakk’ın mazharı olmasındandır. O’nun huzûrunda elim titriyor, dilim dolaşıyor, âciz bir çocuk gibi kalıyorum. O’nun gönül penceresinden, ayrı âlemler, ayrı nakışlar seyrediyorum. İşte bu hâlim, O’nun rûh dünyâsının bana olan in’ikâsıdır. Aynı zamanda O’nun kendi rûhî derinliğini resmeder.” dedi.

Bu sebepledir ki fetihten sonra Akşemsettîn Hazretleri de, Sultan’ın, kendi sohbetinden alacağı feyz ile devlet işlerini aksatmaması için İstanbul’dan ayrılmış, memleketi olan Göynük’e yerleşmiştir. Ancak Sultan Fâtih’le aralarındaki gönül bağı ve mânevî irşadı mektuplarla devam etmiştir. Baba-oğul muhabbetinden daha öteye bir yakınlıkla Sultan’la hocasının arasındaki bu yüksek muhabbeti sergileyen aşağıdaki mektup, Akşemsettîn Hazretlerinin gönlünden taşan ne güzel bir öğüdüdür:

“Dünyâ rahatlığı, âhıret rahatlığına nisbetle yok gibidir. Cismânî lezzet, rûhânî lezzete nisbetle bir hiçtir. Hiçe iltifât etmeyiniz! Belâların en şiddetlisi peygamberlere, sonra velîlere, sonra halîfeleredir. Peygamberler ve velîler yolunun yolcusu olduğunuzu, en büyük nîmet bilip hiçbir belâdan elem duymayınız, aksine lezzet alınız! Kur’ân-ı Kerîm’de «bir zorluk» iki kolaylık arasında zikredilir. İnşâallâh yakın zamanda zorluklar bitecek, her tarafta düşmanlar zelîl ve hakîr olacaktır. Yanımda Allâh’a ahdettiğiniz şeyleri sakın ola ki bozmayınız! Böyle yaptığınız takdîrde her zaman mansûr ve muzaffer olursunuz!

Memleketin ahvâli, sizin ahvâlinize tâbîdir. Zîrâ sultanlar, memlekete nisbetle bedendeki rûh gibidirler. Bedeni idâre eden rûhtur. Kendinizi sâir halk gibi zannetmeyin ve memleketin ıslâhından başka şeyle meşgûl olmayın!. Vesselâm...”

FATİH SULTAN MEHMET’İN NAMAZ FERMANI​

İşte böyle büyük irşâdlarla hayatına yön veren Fâtih Sultan Mehmet Han, ibâdet hayatına dikkat eder; idâresi altında bulunanların ibâdât u tâatlerinde gevşeklik göstermemelerini isterdi. O’nun bu hassasiyetini, namazın kılınmasıyla alâkalı olarak vilâyetlere gönderdiği şu ferman ne güzel ifâde eder:

“Allâh Teâlâ, emir ve nehiylerinin yerine getirilmesini bize nasîb ve müyesser buyursun! Cenâb-ı Hakk’ın «Namazı ikâme ediniz!» emr-i ilâhîsi ve Hazret-i Peygamber’in:

«Namaz dînin direğidir; onu dosdoğru kılan dînini ikâme etmiş, terkeden dînini yıkmış olur...»

mübârek emr-i şerîfi üzere hayırları emir ve şerlerden meneylemek üzerime vâcibdir. Bunun için bir kişi vazîfelendirdim. O, bu husûsda gerekli tâkibâtı yapacaktır. Böylece her kim namazı terk ederse, gerektiği şekilde irşâd edilecektir. Bu hizmete devlet erkânı da yardımcı ola!.. Dolayısıyla İslâmiyyet’in yüce ahkâm, emir ve yasaklarını yerine getirmede gevşeklik ve tenbelliğe aslâ meydan verilmeye!. Mescidler ve medreseler, cemâatsiz kalarak vîrâne ve harâbeye dönmeye!. O mübârek mekânlar doldurulup mâmûr edile!. Tâ ki dîn-i İslâm kuvvetli ve pâyidâr ola ki, maddî ve mânevî zaferler vücûd bula!..”

Bu davranış, âyet-i kerîmede senâ buyurulan bir ahlâk-ı İslâmiyye’dir. Allâh Teâlâ buyurur:

“Onlar (o mü’minler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı ikâme ederler, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerinin sonu Allâh’a varır.” (el-Hacc, 41)

FATİH SULTAN MEHMET’İ KAPISINDAN DÖNDÜREN VELİ​

Fâtih, velîlerin ziyâretlerinden büyük bir huzûr bulurdu. Onların feyz ve berekâtından gönlü vecd ile dolup taşardı.

Bir gün, zamanın evliyâsından Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretlerini ziyâret etmeyi çok arzuladı. Erkânı ile birlikte tekkenin kapısına kadar gitti. Ne görsün ki, herkese açık olan kapı, maalesef kendisine kapatılmıştı.

Hünkâr, üzüldü; rengi soldu.

İçeride Ebu’l-Vefâ Hazretleri de aynı durumda idi. Mürîdân da, edeben bir şey soramıyorlardı. Fakat içlerinden “Bu işin sırrı nedir?” diyerek hayretle hâdisenin seyrini merâk ediyorlardı. Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan kapı, müjdeli bir hadîs-i şerîfin tecellîsine mazhar olan zâta kapatılmıştı?!.

Fâtih, mahzûn bir şekilde geri döndü...

Bir çağ kapayıp, bir çağ açan, Bizans surlarını yerle bir eden ulu hakan, bir gönül erinin tekkesinin esrarlı kapısını açamadan geri dönmüştü.

Aradan bir zaman geçtikten sonra Hünkâr, yine hassas kalbinin derinliklerinden gelen bir heyecan ile Ebu’l-Vefâ Hazretlerini ziyârete hazırlanıp, erkânı ile tekrar oraya gittiler. Yine aynı manzara; kapı kapalı!.

Hünkâr’ın dehşeti arttı. Yâverine:

“–Kemâl-i edeb ile huzûra gir! Anla bu iş neyin nesi?. Bu muammâ nedir? Bu ne acep bir hâldir?” dedi.

Yâver huzûra girdi. Ebu’l-Vefâ Hazretleri yâvere dedi ki:

“–Hünkârımız Fâtih’in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Buraya girer de bizim âlemimizdeki zevki tadarsa, bir daha ayrılmak istemez ve devletin idâresine dönmez!. Lâkin bu mülk ve ümmet O’na emânettir. Kendisi kadar liyâkatli bir kimse gelip O’nun yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar görür. O da, ben de günahkâr oluruz!.

Sonra; rûhu buranın mânevî havası ile dolacak, neyi varsa buraya getirip infâk edecek.. Dula, yetîme, garîbe, bîçâreye ve bîkese gidecek olan imkânlar, buraya akacak!. Aynı zamanda mürîdânın gönlüne dünyâ muhabbeti girecek, düzenimiz bozulacak!..

Hünkârımız Efendimiz’e bizler buradan duâ ve teveccüh hâlindeyiz.. Gönlü, gönlümüzün içindedir...” buyurdu.

Yâver huzûrdan ayrılıp, tekkenin kapısında merakla neticeyi bekleyen Hünkâr’a bu sözleri nakledince, Hünkâr sordu:

“–Hazret bu hislerini ifâde ederken nasıldı?.”

Yâver:

“–Hünkârım! Ebu’l-Vefâ Hazretleri, bir taraftan bu sözleri söylerken, diğer taraftan da gönlü hicrân ile yanmış olmalıydı ki, gözlerinden damlalar dökülüyordu...” dedi.

Fâtih, başını önüne eğdi. Ufuklara sığmayan bakışları, derin, mehtaplı bir gece gibi başka bir âleme döndü. Gözleri nemlenerek, baharda dallarda biriken şebnemler gibi yaşlar dökülmeye başladı. Ebu’l-Vefâ Hazretleriyle görüşmek, kendisine hiç nasîb olmadı...

Vaktâ ki Fâtih’in vefâtı haberi gelince, Ebu’l-Vefâ Hazretleri saraya gitti. Hünkâr’ın cenâze namazını kıldırdı.

FATİH KANUNNAMELERİ​

Fâtih Sultan Mehmet Han, devletin daha evvel içine düştüğü birtakım tehlike ve hatâları değerlendirip «Fâtih Kânunnâmeleri» denilen kânunnâmeleri hazırladı. Lâkin sanılmamalıdır ki bunlar, onun veya o devirdeki ricâlin şahsî düşüncelerini aksettirir. Aslâ!..

OSMANLI’DA KARDEŞ VE EVLAT KATLİ MES’ELESİ​

Devlet idâresine dâir pek çok kâide ihtivâ eden bu kânunnâmelerde günümüze kadar üzerinde pek çok tartışma cereyan etmiş bulunan mes’eleler, “kardeş ve evlâd katli” ile vezirlerin siyâseten cellâda havâle edilmeleri keyfiyetleridir.

Dikkat olunursa, hânedân mensuplarıyla vezir rütbesini hâiz kimselere mahsûs olan bu kâidenin iki husûsî sebebi vardır:

1) Bunlar, îcâbında devleti bölebilecek bir otoriteye sahip olduklarından haklarındaki kararın sür’atle verilmesi gerekmektedir. Sıradan mahkemelerin usûl hükümleri, buna imkân vermediğinden, bir ihânet hâlinde usûlî kâideler yerine getirilinceye kadar iş işten geçmiş olur ve telâfîsi mümkün olmayan zararlar ortaya çıkar. Bundan dolayıdır ki, Sultana:

“–Cellad!..” diye bağırma hakkı verilmiştir.

2) Bunlar, devlette otorite bakımından en üst mevkîde bulundukları için kendilerini korkmadan muhâkeme edebilecek olan daha üstün bir otorite sadece Sultantır. Halkdan birini Sultanın cellada havâle edebilmesi ise, onun sadece sefer hâlindeki bir orduya mensub bulunmasına bağlıdır. Gerçekten sefer hâlindeki bir orduda bazen bir nefer bile bir bozguna sebep olabilir.

Bu temel sebeplerle ortaya çıkan şu tatbîkât bile nefsânî hislere meydan vermemek için dâimâ şeyhülislâm fetvâsına dayandırılmıştır.

Bu sebepler, devletin bölünmekten korunması ve bekâsının te’mîni gibi haklı bir endîşenin eseridir. Gerçekten büyüyen bir devletin parçalanıp dağılmaktan muhâfazası, oldukça güçtür. O günkü muhâbere imkânları da dikkate alınırsa, bu güçlüğü takdîr etmek, daha da kolaylaşır.

Bu ölçüler ışığında devletin tek elden idâre edilerek ümmetin parçalanıp güçsüz beyliklere bölünmemesi ve bu sûretle ehl-i küfür karşısında devamlı olarak kudretli kalınabilmesi için Fâtih’in hukûkîleştirdiği «kardeş ve evlâd katli» mes’elesi, Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatan en büyük sâiklerden olduğu söylenebilir.

Bu husûsdaki madde şöyledir:

“Evlâdımdan her kime ki saltanat müyesser olursa, (mecbûriyet hâlinde) nizâm-ı âlem için karındaşını öldürebilir. Ekserî ulemâ dahî tecvîz etmiştir. Gerektiğinde anınla âmil olalar...”

Demek oluyor ki Fâtih, bunu emretmiyor. İhtilâl ve anarşi gibi şartların son derece mecbûr bıraktığı durumlarda başvurulabilecek bir müsâade olarak hukûkîleştirmiş oluyor.

Buradaki nükteyi doğru anlamayarak Osmanlı’nın velâyet derecesine yükselmiş bulunan sultanlarını bile -hâşâ- cânîlikle suçlamak, yerinde bir hüküm değildir. Dünyâ târihinde bir misli bulunmayan teb’asının menfaati için kendi evlâd ve kardeşini fedâ etme husûsiyeti karşısında hislerden ziyâde idrâk, irâde ve târihî gerçeklere göre tahlîlde bulunmak îcâb eder.

Diğer bir gerçek de şudur ki, 623 sene gibi uzun bir imparatorluk devresinde “evlâd ve kardeş katli” sebebiyle ölenlerin sayısı, takrîben altmış küsûr kadardır. Aksi halde bu rakam, yüzbinleri bulur, hattâ daha ziyâde olabilirdi.

Nitekim bu husûsda ibretli bir tablo olarak, sadece Yavuz Sultan Selîm Han ile ona isyân etmiş bulunan Şehzâde Ahmed’in saltanat dâvâsında Konya ovasında yapılan mücâdelede iki taraftan yaklaşık onbin müslüman kanının aktığını hatırlatmak kâfîdir. Bu da gösteriyor ki, kardeş ve evlâd katli mes’elesi, alternatifsiz iki büyük mecbûrî tehlikeden en hafîfini tercîh etmek zarûretine binâen nâçâr bir şekilde tatbîk edilmiş bir hâdisedir. Birçok kritik durumlarda ortaya çıkan bu çâresizliği açıkça görmek mümkündür.

Yavuz Sultan Selîm Han, kendisiyle mücâdele edip bertaraf edilen kardeşi Şehzâde Korkut’un tabutu altına ağlaya ağlaya girmiş ve:

“–Ey kardeşim! Ne sen bana bunu yapsaydın, ne de ben böyle yapmak zorunda kalsaydım!..” demiştir.

Kânûnî de, oğlu Şehzâde Mustafâ’yı katlettirdikten sonra onun cenaze namazını kıldırmak istemiş, ancak garkolduğu gözyaşı selleriyle namazını bozmak zorunda kalmıştır. Zîrâ Kânûnî, bir meyvedeki karıncanın kırılmasının câiz olup olmadığı husûsunda bile Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’den fetvâ soracak kadar içli, muhlis ve müttakî bir mü’mindi...

Bu ve benzeri acıklı ve tezatlı hâdiseler, cihan-şümûl bir imparatorluğun bağrına saplanan elem dolu hâtırâlardır. Bunlar, cihâna yön veren büyük cihângîrlerin rûhunda kanayan sıcak bir yaraya batan bir diken gibi olmuştur. Bunun için hamiyetli sultanlar, zarûreten bertaraf ettikleri şehzâdelerin âile ve yakınlarını mağdur etmemişlerdir. Bolca lutuf ve ihsânlarda bulunmanın yanında şehzâde âilelerine lüzûmlu tahsîsâtı bağlamışlar ve yakın hizmetindekileri de devletin çeşitli makam ve mevkîlerinde vazîfelendirmişlerdir.

Hulâsa “kardeş ve evlâd katli” mes’elesinde söylenecek son söz şudur:

Altı asırlık cihân-şümûl bir imparatorluk olan Osmanlı’nın hatâ ve sevaplarıyla mütâlaa edilmesi ile neticelere gitmek, en doğru bir harekettir.

Fâtih Sultan Mehmet Han, düşmanlar tarafından bile takdîr edilen bir Sultandı. Yegâne gâyesi İslâm bayrağını bütün cihâna hâkim kılmaktı. Avrupa haritasını yanından ayırmazdı.

FATİH SULTAN MEHMET’İN VAKFİYESİ​

Hassas, ince ruhlu, müşfik bir Sultan olan Fâtih, zâhirî âlemdeki yükselişini, mâneviyât âleminde, yâni tasavvuf vâdîsinde de gerçekleştirmiş, zülcenâhayn (iki kanatlı, iki vecheli) dev bir şahsiyetti. Kısacası O, zâhirde de bâtında da emsâlsiz bir sultandı. Milletin hakkında o kadar ince ve merhametli düşünürdü ki, toplumunun sanki maddî ve mânevî babası idi. Bir merhamet âbidesi olan Fâtih, ümmete sayısız vakıflar te’sîsi ile devrini, sosyal adâlet anlayışının zirvesine yükseltmiştir. Bu vakıfların vakfiyeleri, O’nun ulvî yüreğinin inceliklerini sergiler:

Bir vakfiyesinde şöyle demektedir:

“İnşâ ettirdiğim imârethânemde İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehîd âilelerine ve yetîmlerine ise, kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celb etmeden, onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikrâm edile!..”

Görüldüğü gibi Fâtih, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edeb ve şefkât ölçülerini aksettiren bu ulvî kâideleri asırlarca evvel bu şekilde ortaya koyuyordu.

Şehîd âilelerine olan ihtimâmı, kâ’bına varılmaz bir vefâ örneğidir. Bilhassa, zamanımız insanına bir nezâket, bir vicdân, bir merhamet ve bir edeb dersidir.

FATİH SULTAN MEHMET’İN ADALETİ​

Fâtih Sultan Mehmet Han devrinde memleketin her tarafında, her karış toprağında adâlet, hak ve hukûk hâkim durumda idi. Kânûn önünde bütün insanlar eşitti. Sanki:

“Adâlet, mülkün temelidir..” ifâdesi, O’nun için vârid olmuştu.

Zengin ile fakir, sultan ile köylü aynı hakka sahipti. Gayr-i müslimlerin haklarına ise, onları vedîatullâh, yâni devlete Allâh tarafından emânet edilmiş, korunmaya muhtaç kimseler olarak kabul olunduklarından daha çok riâyet edilirdi. Bu yüzden gayr-i müslimleri hiç kimse incitmezdi. Osmanlı’nın bu adâletini gören Hıristiyanlar, onlara âdetâ âşık oldular. Bilhassa Rumeli’deki fütûhâtın sür’atle genişlemesinde bu dillere destân Osmanlı adâleti pek müessir olmuştur. O derecede ki, İstanbul muhâsara altında iken Papalıktan yardım istenmesi teklîfine karşı, o devrin asillerinden Notaras’ın şöyle demiş olduğu târihte pek meşhurdur:

“–İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercîh ederim!..”

İşte bu yüce adâlet anlayışı ve tatbîkâtı sebebiyle birçok râhibe, Müslüman olup Osmanlı kadınları gibi tesettüre büründü. Zulüm içinde yaşayan Hıristiyan halk, henüz fethedilmemiş yerlerde bir an önce huzûr ve adâlete kavuşmanın hasretiyle Osmanlılar lehine casusluk bile yaptılar. Osmanlılar da, bir vefâ borcu olarak, kendilerine yardım edenleri unutmayıp en güzel şekilde mükâfâtlandırdılar. Onların gönüllerini hoş tuttular.

Fâtih, adâlete ve adâleti tevzî eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukûku tenfîz etmesi için kendilerine dâimâ yardımcı olurdu.

FATİH SULTAN MEHMET’İN YAPTIRDIĞI ESERLER​

Fâtih Sultan Mehmet Han’ın ömrü muazzam ideallerin gerçekleştirilmesi yolunda büyük gayretlerle geçmiştir. O, bizzat katıldığı 25 harbin yanında her türlü îmâr faâliyetlerinden ve ilmî gayretlerden de geri kalmamış, bu sahalarda da dâimâ en zirveyi yakalamıştır. Husûsiyle İstanbul’un îmârına ehemmiyet veren Fâtih, saray, câmîler, medreseler, imâretler, su kemerleri, çarşılar, vakıflar ile hamamlardan başka, şehrin çeşitli yerlerinde dörtbin dükkân yaptırarak vakfetmiştir. Büyük câmîlerin yanındaki medreseler hâricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı su te’sîsleri ile iki gemi tersanesi ve kışla, Fâtih devri eserlerindendir. Fâtih, bunlara ilâveten Bursa’da 37, Edirne’de 28, diğer şehirlerde de 60 câmî inşâ ettirmiştir.


Fatih Camiî

O’nun en son seferi, kendisinin her zaman söylediği:

“–Nereye gittiğimi sakalımın bir kılı bile bilecek olsa, onu koparıp atardım!..” ifâdesi üzere herkesten gizli idi.

FATİH SULTAN MEHMET’İ KİM ZEHİRLEDİ?​

Üçyüzbin kişilik muhteşem bir ordu ile yola çıkmıştı. Ancak henüz yolun başındayken zehirlendi ve Gebze’de şehîden vefat eyledi. Daha evvel de ondört defa Venedikliler tarafından zehirlenmek istenmiş, fakat hepsi de bertaraf edilmişti. En sonuncu zehirlenme ise, takdîr-i ilâhî olarak farkedilemedi ve koca Sultan, Hazret-i Peygamber’in müjdesine ilâveten bir de şehâdet rütbesine nâil olarak şehîden 1481’de Rabbine kavuştu. (1. Fâtihi zehirleyen Maesta Jakopo adlı Yahûdî bir doktordur. Bu doktor, Yakup Paşa ünvanıyla saray doktorları arasındaydı.)

Cenâze namazı Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri tarafından kıldırıldı. İnşâ ettirdiği Fâtih Câmiî’nin kıble tarafındaki türbesine defnolundu."
 
Üst Alt