bilgiliadam
Yeni Üye
Maupassant, Cehov Tarzı Hikaye Ornekleri
Maupassant, Cehov Tarzı Hikaye
Maupassant Tarzı Hikaye Orneği: Pembe İncili Kaftan
Pembe İncili Kaftan
Buyuk kubbeli serin an, bugun daha sakin, daha golgeliydi Pencerelerinden suzulen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, cinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu Yuksek ipek şiltelere diz cokmuş yorgun vezirler, onlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sonuk gozleri, cok uzak, cok karanlık şeyler duşunuyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu
Yurekli bir adam gerekli, paşalar dedi Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gonderdiği elcisine padişahımızın elini opturmedik, ancak dizini opmesine izin verdik Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak
Kuşkusuz
Hic kuşkusuz
Mutlaka
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi goruşunu paylaştıklarını anlayan sadrazam duşunduğunu daha acık soyledi:
O halde bizden elci gidecek adamın cok yurekli olması gerek! Oyle bir adam ki, olumden korkmasın Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun Olum korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin
Evet!
Hay hay
Cok doğru Sadrazam sakalından cektiği elini dizine dayadı Doğruldu Başını kaldırdı Parlak tuğları urperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
Haydi oyleyse Yurekli bir adam bulun! dedi Hoca takımından, Enderundan, andan benim aklıma boyle gozupek bir adam gelmiyor Siz duşunun bakalım
Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz kucuk bir beyin olan an duşunmeye başladı
Bu elci, yedi yıl sonra takdirin Yavuz!namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda goren İsmail Safavi'ye gonderilecekti Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan cok, kitapla geciren bilge Bayezid'in yaradılışı son derece uysaldı Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mucadeleden nefret ederdi Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en buyuk gorevleri sanırlardı Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın onu alınamıyordu Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geciriliyordu Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası tahta gecer gecmez, babasının heykelini, Golgesi yere duşuyordiye kırdırıp savaşa girmeye kalkan halefinin zamanında da sonmuyor; sonmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu Rahat istendikce dert cıkıyordu Hele Doğu Kan icinde, ateş, kıyım icinde kıvranıyordu Yıkılan, sonen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları ustunde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu Gectiği yerlerde dikili ağac bırakmayan, babasıyla buyukbabası Cuneyd'in ocunu aldığı icin delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu Kendine sığınanları bile, cağırdığı şolende, yemekmiş gibi kaynattırdığı buyuk kazanlara atıp soğuş yapan, yendiği Ozbek padişahının kafatasıyla şarap icen bir acımasız şah, dunyada gercekten eşi gorulmemiş bir kıyıcıydı Bayezit anının celebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı Bu kıyıcı, bir gun mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele gecirmeye kalkacaktı Bunu herkes biliyordu Gecen yıl Zulkadriye egemeni Alauddevle'den nikahla kızını istemişti Alauddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya ofkelendi; oc icin padişahın toprağından gecti Savunmasız Zulkadriye topraklarına girdi Diyarbekir, Harput kalelerini aldı Sarp bir dağa kacan Alauddevle'nin oğlu ile iki torunu eline tutsak duştu Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi Etlerini kuzu gibi yedi Boyle korkunc bir şey Doğu'da yeni duyuluyordu Savaş istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu gondermekten başka bir şey yapmadı Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı Osmanlı toprağına gectiği icin ozur diliyor, birbiri arkasına elciler gonderiyordu O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını gecmiş, Bayburt'a, Erzincan'a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim'i tutsak etmişti İsmail'in elcisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alauddevle'ye karşı olduğunu tekrarlıyordu İşte anda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız turediye gonderilecek uygun bir elci bulunamıyordu; cunku kendini Osmanlı Hakanı'yla bir tutan, hatta butun Doğu'da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz bircok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yuzecek, akla gelmedik korkunc bir işkenceyle oldurecekti Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı Yavaş yavaş sola dondu:
Ben, tam bu elciliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı Ama devlet memurluğunu kabul etmez
Kim?
Muhsin Celebi
Sadrazam bu adamı tanımıyordu Sordu:
Burada mı oturuyor?
Evet
Ne iş yapıyor?
Biraz zengindir Vaktini okumakla gecirir Tanımazsınız efendim Hic buyuklerle ahbaplık etmez Buyuk mevkiler istemez
Niye?
Bilmem ama, belki duşuşu vardiye
Tuhaf
Ama cok yureklidir Doğrudan ayrılmaz Olumden cekinmez Bircok kez savaşmıştır Yuzunde kılıc yaraları vardır
Bize elci olmaz mı?
Bilmem
Bir kere kendisini gorsek
Bilmem, cağırınca ayağınıza gelir mi?
Nasıl gelmez?
Gelmez işte Dunyaya minneti yoktur Şahla dilenci, gozunde birdir
Devletini sevmez mi?
Sever sanırım
O halde biz de kendimiz icin değil, devletine hizmet icin cağırırız
Deneyiniz efendim
Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Celebinin Uskudar'daki evine gonderdi Devlet, ulus hakkında bir iş icin kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli kucuk loş bir odada katibinin bıraktığı kağıtları okurken, sadrazama, Muhsin Celebinin geldiğini bildirdiler
Getirin buraya dedi
İki dakika gecmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi İnce siyah kaşlarının altında iri gozleri parlıyordu Belindeki silahlık boştu Butun kullarının etek opmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi Oturduğu mor cuha kaplı sedirin hep opulen ağır sırma sacağındaki yumağı, altından, ici boş kucuk bir kafa gibi şaşkın duruyordu Sadrazam soyleyecek bir şey bulamadı Boyle goğsu ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı omrunde ilk defa goruyordu Kubbe vezirleri bile huzurunda iki buklum dururlardı Muhsin Celebi cok doğal bir sesle sordu:
Beni istemişsiniz, ne soyleyeceksiniz efendim?
Şey
Buyurunuz efendim
Buyur oğlum, şoyle otur da
Muhsin celebi, cekinmeden, sıkılmadan, ezilip buzulmeden cok rahat bir hareketle kendine gosterilen şilteye oturdu Sadrazam hala ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak icinden, Ne bicim adam? Acaba deli mi?diyordu Ama hayır Bu celebi, cok akıllı bir insandı! Yiğide, alcağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı Camlıca ormanının arkasındaki buyuk mandırayla buyuk ciftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı Dinine bağlıydı Ama tutucu değildi Din, ulus, padişah aşkını ta yureğinde duyanlardandı Devletin buyukluğunu, kutsallığını anlardı Tek ulkusu, Tanrı'dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamaktı Bilgisi, olgunluğu, herkesce biliniyordu İbni Kemal ondan soz ederken, Beni okutur!derdi Şairdi Ama omrunde daha bir tek kaside yazmamıştı Hatta boyle ovguleri okumazdı bile Yaşı kırkı geciyordu Onunde acılan yukselme yollarından daha hicbirine sapmamıştı Bu altın kaldırımlı, mine cicekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep kirli bir etek mihrabıbulunduğunu bilirdi İnsanlık onun gozunde cok yuksek, cok buyuktu İnsan yeryuzunun uzerinde, Tanrı'nın bir ceşit temsilcisiydi Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti İnsan, her varlığın ustundeydi Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuclarını yalayan kopeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan Muhsin Celebi her turlu aşağılanmayı sindirerek yuksek mevki tepelerine iki buklum tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kolelerden, gucsuzler gibi yerlerde surunen pis kolelerden tiksinirdi Hatta bunları gormemek icin insanlardan kacar olmuştu Yalnız savaş zamanları Guraba Boluklerine kumandanlık icin ortaya cıkardı Huzurda serbest, icinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı cok şaşırttı Ama kızdırmadı:
Tebriz'e bir elci gondermek istiyoruz Tarafımızdan sen gider misin oğlum?
Ben mi?
Evet
Ne ilgisi var?
Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da
Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim
Nicin girmedin?
Muhsin Celebi biraz durdu Yutkundu, Gulumsedi
Cunku ben boyun eğmem, el etek opmem, dedi Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak opup, bin turlu yaltaklanmayla, ikiyuzlulukle, dalkavuklukla cıktıklarından, cevrelerine hep bu aşağılayıcı gecmişlerin cirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar Gozdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alcak ikiyuzluler, ahlaksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır Yiğit, doğru, kendisine saygılı, ozgur vicdanının sesine kulak veren bir adam gorduler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya calışırlar Gedik Ahmet Paşa nicin hancerlendi, Paşam?
Sadrazam yavaşca dişlerini sıktı Gozlerini suzdu Tuttuğu kağıdı buruşturdu Ofkelenmiyordu Ama ofkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona boyle acıkca soz soyleyememişti Yine Acaba deli mi?diye duşundu Deli değilse bu ne kustahlıktı? Bu derece kustahlık, dunya duzenine karşı cıkmak değil miydi? Gozlerini daha beter suzdu İcinden: Şunun başını vurdursamdedi Kapıcılara bağırmak icin ağzını acacaktı Ansızın vicdanının neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen derin sesini işitti: İşte sen de yaltaklanma, ikiyuzluluk, dalkavukluk yollarından yukselenler gibi, durustce bir sozu cekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir kopek, hor gorulmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!Suzuk gozlerini actı Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu Yine Muhsin Celebi'ye baktı Ortasında geniş bir kılıc yarasının izi parlayan yuksek alnı al yanakları yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu biraz buyucek, eğri burnu ince sarığı tıpkı Şehname sayfalarında gorulen eski kahramanların resimlerine benziyordu Evet, bu alnında yarası gorulen kılıcın yere duşuremediği canlı bir kahramandı İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı Tam bizim aradığımız adam iştededi Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de cekemez, olumden korkarak, goreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi Kavuğu hafifce salladı:
Seni Tebriz'e elci gondereceğiz Muhsin Celebi sordu:
Katınızda bu kadar nişancılar, katipler, hocalar var Nicin onlardan birini secmiyorsunuz?
Sen Şah İsmail denen kotu ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?
Biliyorum
Devletini seviyor musun?
Seviyorum
Yuce sadrazam doğruldu Arkasına dayandı:
Pekala oyleyse dedi, bu kotu ruhlu adam elciye z******* yokkuralını kabul etmez Bizimle boy olcuşme davasındadır Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim gondereceğimiz elciye yapmak ister Ola ki işkenceyle idam eder Cunku Tanrı'dan korkusu yoktur Oysa elcimize yapılacak hakaret devletimize demektir Bize oyle bir adam gerekli ki, hakaret gorunce başından korkmasın Bu hakareti aynen o kotu ruhlu adama iade etsin Devletini seversen, sen bu fedakarlığı kabul edeceksin!
Muhsin Celebi hic duşunmedi:
Ettim efendim, ama bir koşulum var dedi
Ne gibi
Madem ki bu bir fedakarlıktır, ucretle olmaz Karşılıksız olur Devlete karşı ucretle yapılacak bir fedakarlık, ne olursa olsun, gercekte kişisel bir kazanctan başka bir şey değildir Ben maaş, makam, ucret filan istemem Karşılık beklemeden bu hizmeti gorurum Koşulum budur!
Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elcisi cok ağır giyinmişti Atları, hizmetkarları kusursuzdu Bizim elcimizin atları, hizmetkarları, giysileri daha gosterişli, daha ağır olmalı Bunlar icin mutlaka hazineden sana birkac bin altın vereceğiz
Muhsin Celebi dondu Onune baktı Sonra başını kaldırdı:
Hayır, dedi, hazineden bir pul almam Gerekli goz alıcı muhteşem takımlı atları, suslu hizmetkarları ben kendi paramla duzeceğim Hatta
Sadrazam gozlerini actı
Hatta sırtıma Şah İsmail'in omrunde gormediği ağır bir şey giyeceğim
Ne giyeceksin?
Sırmakeş Toroğlu'ndaki, kumaşı Hint'ten, harcı Venedik'ten gelme, Pembe İncili Kaftanı alacağım
Ne O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı Bir ay once tamamlanan, uzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ununu İstanbul'da duymayan yoktu Vezirler, elciler, padişaha armağan etmek icin Toroğlu'na başvurdukca, o fiyatını artırıyordu Muhsin Celebi bu unlu kaftanı nasıl alacağını anlattı:
Ciftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim Tuccarlardan on bin altın borc toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkarlara harcayacağım Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım
Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:
Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz Yalnız bir gosteriş aracıdır Mallarını elinden cıkaracaksın Yoksul duşeceksin
Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır Yedi bin altınla ben ciftliğimi rehinden kurtarırım Geri kalan borclarımı odeyemezsem, varsın babamın yadigar bıraktığı mandıram devlete feda olsun Devletten hep alınmaz ya Biraz da verilir!
Muhsin Celebi'yle konuştukca sadrazamın şaşkınlığı artıyordu Yureği rahatladı İşte kustah, turedi bir hukumdara haddini bildirmek icin gonderilecek uygun bir adam bulunmuştu Guluyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu Divanın nazik, korkak, hesapcı celebileri canlarıyla mallarını cok severlerdi Bunlardan biri elci gonderilse, devletinin onurundan cok alacağı bağışı duşunerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti Sadrazam, Muhsin Celebi'yi yemeğe alıkoymak istedi Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı
Altı ay icinde Muhsin Celebi buyuk ciftliğini, mandırasını, evini, dukkanlarını, bahcesini, bostanını rehine koydu Tuccarlardan para topladı Atlarını duzdu Bunların hepsi gercekten eşi gorulmedik derecede goz alıcıydı Donuşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu'ndan unlu Pembe İncili Kaftanı da aldı Genc karısıyla iki kucuk cocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı Altı aylık nafakalarını ellerine verdi Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola duzuldu Konak konak ilerledikce bu yeni elcinin gosterişi, zenginliği, hele incili kaftanının unu butun Anadolu'dan gecerek Şah İsmail'in ulkesine ulaşıyordu Muhsin Celebi bir gun Tebriz Kalesi'ne buyuk bir gosterişle girdi Bu kucuk başkentin, suse, zenginliğe, renge, sus eşyasına tutkun halkı, İstanbul elcisinin kaftanını gorunce şaşırdı Kent, saray, butun encumenler kaftanın hikayesiyle doldu Şah İsmail, Pembe İnciyi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu gormemişti Kendisinin daha gormediği şeye sahip olan bu zengin elciye karşı icinden derin bir kin duydu Onu hakareti altında ezmeye karar verdi Huzuruna kabul etmezden once tahtının arkasına cellatları hazırlattı Tahtının onundeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı Sağında vezirleri, solunda savaşcıları duruyorlardı
Muhsin Celebi, geniş somaki kemerli acık kapıdan rahat adımlarla girdi Yurudu Başı her zamanki gibi yukarda, goğsu her zamanki gibi ilerideydi Koynundan cıkardığı padişah mektubunu optu Başına koydu Sonra altın tahtın ustune allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla cevrelenmiş garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tunemiş şaha uzattı Ayağı opulmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi Gozlerinin beyazları kayboldu Mektubu aldı Muhsin Celebi, tahtın onunden cekilince şoyle bir cevresine baktı Oturacak bir şey yoktu Gulumsedi İcinden, Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galibadedi Bir an duşundu Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını cıkardı Tahtın onune yere serdi Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık icinde bakıyorlardı Sonra bu değerli kaftanın uzerine bağdaş kurdu Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri cınlatan gur sesiyle:
Mektubunu verdiğim buyuk padişahım Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı Dunya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır Hepsi padişah, hepsi hakandır Ataları doğuştan beri hukumdar olan bir padişahın elcisi, hicbir yabancı padişah karşısında an durmaz Cunku dunyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur Cunku
Muhsin Celebi Turkce olarak bağırdıkca; Turkce bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan acamadığı mektup tir tir titriyordu Tahtının arkasındaki cellatlar kılıclarını cekmişlerdi Muhsin Celebi bağırdı, cağırdı Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşcılar hukumdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı Hatta iclerinden birkacı mırıldanmaya başladı Muhsin Celebi sozunu bitirince izin filan istemedi, kalktı Kapıya doğru yurudu Şah İsmail taş kesilmişti Caldıran'da kırılacak olan gururu, bugun bu tek Turk'un ateş bakışları altında erimişti Muhsin Celebi dışarı cıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:
Şunun kaftanını veriniz! dedi
Savaşcılardan biri koştu Tahtın onunde serili kaftanı topladı Turk elcisine yetişti:
Buyurun, kaftanınızı unuttunuz
Muhsin Celebi durdu Guldu Cıktığı kapıya doğru donerek şahın işiteceği yuksek bir sesle:
Hayır, unutmuyorum Onu size bırakıyorum Sarayınızda buyuk bir padişah elcisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok Hem bir Turk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz Bunu bilmiyor musunuz? dedi
Gectiği yollardan gece gunduz dort nala dondu Uskudar'a girdiği zaman, Muhsin Celebi'nin cebinde tek bir akce kalmamıştı Suslu hizmetkarlarına dedi ki:
Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, ustunuzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla suslu hancerlerinizi size bağışlıyorum Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
Ediyoruz Ediyoruz
Anamızın ak sutu gibi
Maupassant, Cehov Tarzı Hikaye
Maupassant Tarzı Hikaye Orneği: Pembe İncili Kaftan
Pembe İncili Kaftan
Buyuk kubbeli serin an, bugun daha sakin, daha golgeliydi Pencerelerinden suzulen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, cinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu Yuksek ipek şiltelere diz cokmuş yorgun vezirler, onlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sonuk gozleri, cok uzak, cok karanlık şeyler duşunuyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu
Yurekli bir adam gerekli, paşalar dedi Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gonderdiği elcisine padişahımızın elini opturmedik, ancak dizini opmesine izin verdik Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak
Kuşkusuz
Hic kuşkusuz
Mutlaka
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi goruşunu paylaştıklarını anlayan sadrazam duşunduğunu daha acık soyledi:
O halde bizden elci gidecek adamın cok yurekli olması gerek! Oyle bir adam ki, olumden korkmasın Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun Olum korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin
Evet!
Hay hay
Cok doğru Sadrazam sakalından cektiği elini dizine dayadı Doğruldu Başını kaldırdı Parlak tuğları urperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
Haydi oyleyse Yurekli bir adam bulun! dedi Hoca takımından, Enderundan, andan benim aklıma boyle gozupek bir adam gelmiyor Siz duşunun bakalım
Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz kucuk bir beyin olan an duşunmeye başladı
Bu elci, yedi yıl sonra takdirin Yavuz!namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda goren İsmail Safavi'ye gonderilecekti Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan cok, kitapla geciren bilge Bayezid'in yaradılışı son derece uysaldı Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mucadeleden nefret ederdi Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en buyuk gorevleri sanırlardı Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın onu alınamıyordu Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geciriliyordu Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası tahta gecer gecmez, babasının heykelini, Golgesi yere duşuyordiye kırdırıp savaşa girmeye kalkan halefinin zamanında da sonmuyor; sonmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu Rahat istendikce dert cıkıyordu Hele Doğu Kan icinde, ateş, kıyım icinde kıvranıyordu Yıkılan, sonen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları ustunde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu Gectiği yerlerde dikili ağac bırakmayan, babasıyla buyukbabası Cuneyd'in ocunu aldığı icin delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu Kendine sığınanları bile, cağırdığı şolende, yemekmiş gibi kaynattırdığı buyuk kazanlara atıp soğuş yapan, yendiği Ozbek padişahının kafatasıyla şarap icen bir acımasız şah, dunyada gercekten eşi gorulmemiş bir kıyıcıydı Bayezit anının celebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı Bu kıyıcı, bir gun mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele gecirmeye kalkacaktı Bunu herkes biliyordu Gecen yıl Zulkadriye egemeni Alauddevle'den nikahla kızını istemişti Alauddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya ofkelendi; oc icin padişahın toprağından gecti Savunmasız Zulkadriye topraklarına girdi Diyarbekir, Harput kalelerini aldı Sarp bir dağa kacan Alauddevle'nin oğlu ile iki torunu eline tutsak duştu Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi Etlerini kuzu gibi yedi Boyle korkunc bir şey Doğu'da yeni duyuluyordu Savaş istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu gondermekten başka bir şey yapmadı Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı Osmanlı toprağına gectiği icin ozur diliyor, birbiri arkasına elciler gonderiyordu O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını gecmiş, Bayburt'a, Erzincan'a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim'i tutsak etmişti İsmail'in elcisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alauddevle'ye karşı olduğunu tekrarlıyordu İşte anda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız turediye gonderilecek uygun bir elci bulunamıyordu; cunku kendini Osmanlı Hakanı'yla bir tutan, hatta butun Doğu'da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz bircok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yuzecek, akla gelmedik korkunc bir işkenceyle oldurecekti Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı Yavaş yavaş sola dondu:
Ben, tam bu elciliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı Ama devlet memurluğunu kabul etmez
Kim?
Muhsin Celebi
Sadrazam bu adamı tanımıyordu Sordu:
Burada mı oturuyor?
Evet
Ne iş yapıyor?
Biraz zengindir Vaktini okumakla gecirir Tanımazsınız efendim Hic buyuklerle ahbaplık etmez Buyuk mevkiler istemez
Niye?
Bilmem ama, belki duşuşu vardiye
Tuhaf
Ama cok yureklidir Doğrudan ayrılmaz Olumden cekinmez Bircok kez savaşmıştır Yuzunde kılıc yaraları vardır
Bize elci olmaz mı?
Bilmem
Bir kere kendisini gorsek
Bilmem, cağırınca ayağınıza gelir mi?
Nasıl gelmez?
Gelmez işte Dunyaya minneti yoktur Şahla dilenci, gozunde birdir
Devletini sevmez mi?
Sever sanırım
O halde biz de kendimiz icin değil, devletine hizmet icin cağırırız
Deneyiniz efendim
Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Celebinin Uskudar'daki evine gonderdi Devlet, ulus hakkında bir iş icin kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli kucuk loş bir odada katibinin bıraktığı kağıtları okurken, sadrazama, Muhsin Celebinin geldiğini bildirdiler
Getirin buraya dedi
İki dakika gecmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi İnce siyah kaşlarının altında iri gozleri parlıyordu Belindeki silahlık boştu Butun kullarının etek opmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi Oturduğu mor cuha kaplı sedirin hep opulen ağır sırma sacağındaki yumağı, altından, ici boş kucuk bir kafa gibi şaşkın duruyordu Sadrazam soyleyecek bir şey bulamadı Boyle goğsu ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı omrunde ilk defa goruyordu Kubbe vezirleri bile huzurunda iki buklum dururlardı Muhsin Celebi cok doğal bir sesle sordu:
Beni istemişsiniz, ne soyleyeceksiniz efendim?
Şey
Buyurunuz efendim
Buyur oğlum, şoyle otur da
Muhsin celebi, cekinmeden, sıkılmadan, ezilip buzulmeden cok rahat bir hareketle kendine gosterilen şilteye oturdu Sadrazam hala ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak icinden, Ne bicim adam? Acaba deli mi?diyordu Ama hayır Bu celebi, cok akıllı bir insandı! Yiğide, alcağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı Camlıca ormanının arkasındaki buyuk mandırayla buyuk ciftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı Dinine bağlıydı Ama tutucu değildi Din, ulus, padişah aşkını ta yureğinde duyanlardandı Devletin buyukluğunu, kutsallığını anlardı Tek ulkusu, Tanrı'dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamaktı Bilgisi, olgunluğu, herkesce biliniyordu İbni Kemal ondan soz ederken, Beni okutur!derdi Şairdi Ama omrunde daha bir tek kaside yazmamıştı Hatta boyle ovguleri okumazdı bile Yaşı kırkı geciyordu Onunde acılan yukselme yollarından daha hicbirine sapmamıştı Bu altın kaldırımlı, mine cicekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep kirli bir etek mihrabıbulunduğunu bilirdi İnsanlık onun gozunde cok yuksek, cok buyuktu İnsan yeryuzunun uzerinde, Tanrı'nın bir ceşit temsilcisiydi Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti İnsan, her varlığın ustundeydi Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuclarını yalayan kopeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan Muhsin Celebi her turlu aşağılanmayı sindirerek yuksek mevki tepelerine iki buklum tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kolelerden, gucsuzler gibi yerlerde surunen pis kolelerden tiksinirdi Hatta bunları gormemek icin insanlardan kacar olmuştu Yalnız savaş zamanları Guraba Boluklerine kumandanlık icin ortaya cıkardı Huzurda serbest, icinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı cok şaşırttı Ama kızdırmadı:
Tebriz'e bir elci gondermek istiyoruz Tarafımızdan sen gider misin oğlum?
Ben mi?
Evet
Ne ilgisi var?
Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da
Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim
Nicin girmedin?
Muhsin Celebi biraz durdu Yutkundu, Gulumsedi
Cunku ben boyun eğmem, el etek opmem, dedi Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak opup, bin turlu yaltaklanmayla, ikiyuzlulukle, dalkavuklukla cıktıklarından, cevrelerine hep bu aşağılayıcı gecmişlerin cirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar Gozdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alcak ikiyuzluler, ahlaksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır Yiğit, doğru, kendisine saygılı, ozgur vicdanının sesine kulak veren bir adam gorduler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya calışırlar Gedik Ahmet Paşa nicin hancerlendi, Paşam?
Sadrazam yavaşca dişlerini sıktı Gozlerini suzdu Tuttuğu kağıdı buruşturdu Ofkelenmiyordu Ama ofkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona boyle acıkca soz soyleyememişti Yine Acaba deli mi?diye duşundu Deli değilse bu ne kustahlıktı? Bu derece kustahlık, dunya duzenine karşı cıkmak değil miydi? Gozlerini daha beter suzdu İcinden: Şunun başını vurdursamdedi Kapıcılara bağırmak icin ağzını acacaktı Ansızın vicdanının neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen derin sesini işitti: İşte sen de yaltaklanma, ikiyuzluluk, dalkavukluk yollarından yukselenler gibi, durustce bir sozu cekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir kopek, hor gorulmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!Suzuk gozlerini actı Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu Yine Muhsin Celebi'ye baktı Ortasında geniş bir kılıc yarasının izi parlayan yuksek alnı al yanakları yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu biraz buyucek, eğri burnu ince sarığı tıpkı Şehname sayfalarında gorulen eski kahramanların resimlerine benziyordu Evet, bu alnında yarası gorulen kılıcın yere duşuremediği canlı bir kahramandı İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı Tam bizim aradığımız adam iştededi Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de cekemez, olumden korkarak, goreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi Kavuğu hafifce salladı:
Seni Tebriz'e elci gondereceğiz Muhsin Celebi sordu:
Katınızda bu kadar nişancılar, katipler, hocalar var Nicin onlardan birini secmiyorsunuz?
Sen Şah İsmail denen kotu ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?
Biliyorum
Devletini seviyor musun?
Seviyorum
Yuce sadrazam doğruldu Arkasına dayandı:
Pekala oyleyse dedi, bu kotu ruhlu adam elciye z******* yokkuralını kabul etmez Bizimle boy olcuşme davasındadır Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim gondereceğimiz elciye yapmak ister Ola ki işkenceyle idam eder Cunku Tanrı'dan korkusu yoktur Oysa elcimize yapılacak hakaret devletimize demektir Bize oyle bir adam gerekli ki, hakaret gorunce başından korkmasın Bu hakareti aynen o kotu ruhlu adama iade etsin Devletini seversen, sen bu fedakarlığı kabul edeceksin!
Muhsin Celebi hic duşunmedi:
Ettim efendim, ama bir koşulum var dedi
Ne gibi
Madem ki bu bir fedakarlıktır, ucretle olmaz Karşılıksız olur Devlete karşı ucretle yapılacak bir fedakarlık, ne olursa olsun, gercekte kişisel bir kazanctan başka bir şey değildir Ben maaş, makam, ucret filan istemem Karşılık beklemeden bu hizmeti gorurum Koşulum budur!
Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elcisi cok ağır giyinmişti Atları, hizmetkarları kusursuzdu Bizim elcimizin atları, hizmetkarları, giysileri daha gosterişli, daha ağır olmalı Bunlar icin mutlaka hazineden sana birkac bin altın vereceğiz
Muhsin Celebi dondu Onune baktı Sonra başını kaldırdı:
Hayır, dedi, hazineden bir pul almam Gerekli goz alıcı muhteşem takımlı atları, suslu hizmetkarları ben kendi paramla duzeceğim Hatta
Sadrazam gozlerini actı
Hatta sırtıma Şah İsmail'in omrunde gormediği ağır bir şey giyeceğim
Ne giyeceksin?
Sırmakeş Toroğlu'ndaki, kumaşı Hint'ten, harcı Venedik'ten gelme, Pembe İncili Kaftanı alacağım
Ne O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı Bir ay once tamamlanan, uzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ununu İstanbul'da duymayan yoktu Vezirler, elciler, padişaha armağan etmek icin Toroğlu'na başvurdukca, o fiyatını artırıyordu Muhsin Celebi bu unlu kaftanı nasıl alacağını anlattı:
Ciftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim Tuccarlardan on bin altın borc toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkarlara harcayacağım Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım
Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:
Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz Yalnız bir gosteriş aracıdır Mallarını elinden cıkaracaksın Yoksul duşeceksin
Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır Yedi bin altınla ben ciftliğimi rehinden kurtarırım Geri kalan borclarımı odeyemezsem, varsın babamın yadigar bıraktığı mandıram devlete feda olsun Devletten hep alınmaz ya Biraz da verilir!
Muhsin Celebi'yle konuştukca sadrazamın şaşkınlığı artıyordu Yureği rahatladı İşte kustah, turedi bir hukumdara haddini bildirmek icin gonderilecek uygun bir adam bulunmuştu Guluyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu Divanın nazik, korkak, hesapcı celebileri canlarıyla mallarını cok severlerdi Bunlardan biri elci gonderilse, devletinin onurundan cok alacağı bağışı duşunerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti Sadrazam, Muhsin Celebi'yi yemeğe alıkoymak istedi Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı
Altı ay icinde Muhsin Celebi buyuk ciftliğini, mandırasını, evini, dukkanlarını, bahcesini, bostanını rehine koydu Tuccarlardan para topladı Atlarını duzdu Bunların hepsi gercekten eşi gorulmedik derecede goz alıcıydı Donuşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu'ndan unlu Pembe İncili Kaftanı da aldı Genc karısıyla iki kucuk cocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı Altı aylık nafakalarını ellerine verdi Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola duzuldu Konak konak ilerledikce bu yeni elcinin gosterişi, zenginliği, hele incili kaftanının unu butun Anadolu'dan gecerek Şah İsmail'in ulkesine ulaşıyordu Muhsin Celebi bir gun Tebriz Kalesi'ne buyuk bir gosterişle girdi Bu kucuk başkentin, suse, zenginliğe, renge, sus eşyasına tutkun halkı, İstanbul elcisinin kaftanını gorunce şaşırdı Kent, saray, butun encumenler kaftanın hikayesiyle doldu Şah İsmail, Pembe İnciyi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu gormemişti Kendisinin daha gormediği şeye sahip olan bu zengin elciye karşı icinden derin bir kin duydu Onu hakareti altında ezmeye karar verdi Huzuruna kabul etmezden once tahtının arkasına cellatları hazırlattı Tahtının onundeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı Sağında vezirleri, solunda savaşcıları duruyorlardı
Muhsin Celebi, geniş somaki kemerli acık kapıdan rahat adımlarla girdi Yurudu Başı her zamanki gibi yukarda, goğsu her zamanki gibi ilerideydi Koynundan cıkardığı padişah mektubunu optu Başına koydu Sonra altın tahtın ustune allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla cevrelenmiş garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tunemiş şaha uzattı Ayağı opulmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi Gozlerinin beyazları kayboldu Mektubu aldı Muhsin Celebi, tahtın onunden cekilince şoyle bir cevresine baktı Oturacak bir şey yoktu Gulumsedi İcinden, Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galibadedi Bir an duşundu Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını cıkardı Tahtın onune yere serdi Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık icinde bakıyorlardı Sonra bu değerli kaftanın uzerine bağdaş kurdu Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri cınlatan gur sesiyle:
Mektubunu verdiğim buyuk padişahım Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı Dunya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır Hepsi padişah, hepsi hakandır Ataları doğuştan beri hukumdar olan bir padişahın elcisi, hicbir yabancı padişah karşısında an durmaz Cunku dunyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur Cunku
Muhsin Celebi Turkce olarak bağırdıkca; Turkce bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan acamadığı mektup tir tir titriyordu Tahtının arkasındaki cellatlar kılıclarını cekmişlerdi Muhsin Celebi bağırdı, cağırdı Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşcılar hukumdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı Hatta iclerinden birkacı mırıldanmaya başladı Muhsin Celebi sozunu bitirince izin filan istemedi, kalktı Kapıya doğru yurudu Şah İsmail taş kesilmişti Caldıran'da kırılacak olan gururu, bugun bu tek Turk'un ateş bakışları altında erimişti Muhsin Celebi dışarı cıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:
Şunun kaftanını veriniz! dedi
Savaşcılardan biri koştu Tahtın onunde serili kaftanı topladı Turk elcisine yetişti:
Buyurun, kaftanınızı unuttunuz
Muhsin Celebi durdu Guldu Cıktığı kapıya doğru donerek şahın işiteceği yuksek bir sesle:
Hayır, unutmuyorum Onu size bırakıyorum Sarayınızda buyuk bir padişah elcisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok Hem bir Turk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz Bunu bilmiyor musunuz? dedi
Gectiği yollardan gece gunduz dort nala dondu Uskudar'a girdiği zaman, Muhsin Celebi'nin cebinde tek bir akce kalmamıştı Suslu hizmetkarlarına dedi ki:
Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, ustunuzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla suslu hancerlerinizi size bağışlıyorum Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
Ediyoruz Ediyoruz
Anamızın ak sutu gibi