Forumdas
Editor
- Katılım
- 6 Ara 2022
- Mesajlar
- 7,544
- Tepkime
- 15,298
- Puanları
- 113
- Konum
- adana
- Web
- forumdas.com.tr
- Credits
- -90
Mehmet Akif Ersoy; fikirlerinden şiirlerine kadar, bütün hayatıyla, milletimiz ve şahsımız adına gurur duyacağımız bir kişidir. Çok yönlü bir şahsiyet olan Akif, bütün yeteneklerini milleti için harcamış bir kahramandır.
O, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde ders vermiş bir darülfünun hocası, İslamî ilimlere son derece vukûfiyeti olan bir İslam âlimi, Sırat-ı Müstakim dergisini çıkararak yazılarıyla halkı aydınlatan bir mütefekkir, Millî Mücadele yıllarındaki vaazlarıyla, birlik ve beraberlik ruhunu halkın gönlünde yerleştirmiş bir kahraman ve şiirleriyle de bu milletin gönlüne taht kurmuş bir ediptir.
Akif'in çocukluğunun geçtiği yıllar, milletçe yıkılış dönemlerimizdi. Akif, daha ilkokul yıllarındayken Rus harbi başlamış ve Osmanlı, yılların yorgunluğuna bir yorgunluk daha eklemişti.
Yıkılışların, çözülüşlerin, dökülüşlerin birbirini takip ettiği dönemde büyüyen bir insan, ne kadar şen şakrak olabilirse Akif de o kadar şen şakraktı. Aynı yıllarda Ahmet Haşim de: "Melâli bilmeyen nesle aşina değiliz." demiyor muydu? Evet, o yıllar, milletçe yıkılış içinde olduğumuz dönemlerdi. O dönemlerde hüzün, üzerimizde bir aksesuar gibi durmuyordu; hayatımızın bir parçası hâline gelmişti. Yıllar sonra bile Hilmi Yavuz: "Hüzün ki bize en çok yakışandır." diyecektir.
Hüznün varlığından, İslam âlemi olarak haberimiz vardı ama ilk kez bu kadar yakından tatmıştık bu duyguyu. O dönemde millî manevi duygular taşıyan herkes, bu duygunun ciğerleri sızlatan etkisini bütün varlığıyla hissetmişti. Sebeplerin sükût ettiği bir dönemde, ümit denilen duygunun varlığından dem vurmak çok zordu. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah'ın rahmetinden ancak inanmayanlar ümidini keser!" ilahî beyanı olmasaydı, Müslümanların da ümitlenecek bir yanı kalmamıştı.
Derdin, çok genç yaşta olgunlaştırdığı kişilerden biridir Akif... Vakıa o, şiirlerinin tamamına yakınında ney gibi inlemiştir ama zinhar ümidini kesmemiştir.
"Serilmiş, secdemin inler durur yerlerde miracı/Semalardan gelir ummanların tehlili emvacı/Karanlıklar, ışıklar, gölgeler sussun ki Allah'ım/Bütün dünyayı inletsin, benim secdem, benim ahım."
Safahat'ın birçok yerinde bu inilti duyulur.
Mehmet Akif, İslam âleminin eğitim ve ıslahat yoluyla kalkınacağına inanıyordu. Zira eğitimsizliğin, yıllardan beri başımıza ne belalar açtığını biliyordu.
"Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sudan'a/Yeni bir medrese tesis edelim urbana/Daha üç beş de faziletli mücahit bulalım/Nesli tehzib ile ilâ ile meşgul olalım" diyecektir.
O, insanların eğitim almasını, özellikle çocuklarımızın okutulmasını istiyordu. Kendi ülkemizde, kendi evladımızın, gözümüzün içine baka baka yabancı okullarda okuyarak elimizden kaçmasını hazmedemiyordu. Sırat-ı Müstakim'de yazdığı "Yabancı Okullar Meselesi" isimli bir yazıda bu meseleyi şöyle ele alır:
"Biz ne hamiyetsiz adamlar, ne vazifesiz babalarız ki mevcut mekteplerimizi işe yarar bir hâle getirmek, yahut yeniden adamakıllı müesseseler yapmak tarafına hiç yanaşmıyoruz da istikbalimizi teşkil edecek ciğerparelerimizin terbiyesini o istikbalin hayalinden bile ürken birtakım yabancılara bırakıyoruz!
Zengin, orta hâlli ve züğürt, elhasıl hepimiz mektepsizlikten, hepimiz maarifsizlikten şikâyet ediyoruz. Fakat hiçbirimiz bu derdin çaresini bulmak istemiyoruz. Yedi bacanak gidiyorlarmış, saatlerce süren sükût canlarını sıkmış. "Bir adam olsa da laf etsek!" demişler.. Biz de tıpkı böyleyiz. Milyonlarca herif bir yere toplanmışız. "Ah bir hayır sahibi çıksa da çocuklarımız için mektep açsa!" diyoruz."
Okula ve eğitime duyulan ihtiyaç ortadaydı. Bu ihtiyaç, Akif'ten önce var olduğu gibi, Akif'ten sonra da var olmuştur. Bugün aynı şeye ihtiyaç duymuyor muyuz? Hâlâ insanımızın eğitimsizliğinden dem vurmuyor muyuz? Hâlâ kız çocuklarımızı okutup okutmamayı tartışmıyor muyuz?
Batı'ya ilim tahsili için giden çocuklarımız, bir baltaya sap olamamışlar, üstelik kendi kimliklerini de unutmuşlardı. Aynı teşebbüs Rusya için de denenmişti. Rusya'ya giden nesil de başka bir kimliğe bürünmüştü. Akif, aslı bir vaaz olan "Süleymaniye Kürsüsü'nde" isimli şiirinin bir yerinde bu konuya şöyle parmak basar:
"Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne/Acırım tükrüğe billahi tükürsem yüzüne/Demiş olsaydı eğer: Kızlara mektep lazım/Şu kadar vermelisin, kahrolayım kaçmazdım/ Din için, millet için iş görecek alçağa bak/Dini payimâl edecek, milleti Ruslaştıracak/Bunu Moskof da yapar, şimdi rıza gösterelim/Başka bir marifetin varsa haber ver, görelim."
Yine Sırat-ı Müstakim dergisinde çıkan, "Gelecek Nesillerin Eğitimi Nasıl Olmalı?" isimli bir başka yazıda, eğitim meselesini şöyle ele alır:
"Çocuklarımıza kendi terbiyemizi vermeye kalkışırsak cinayet işlemiş oluruz. (Burada "kendi terbiyemiz" sözüyle kastettiği, kendi yaş grubu, kendi kuşağıdır. Yoksa millî manevi terbiyenin dışında bir şey değildir.) İlmi, doğrudan doğruya Peygamberimiz'den öğrenen Hazreti Ali diyor ki: ‘Ciğerparelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. Unutmayınız ki onlar, sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.' İçimizde tahsil hayatının ne acıklı bir surette geçip gittiğini hatırlamayan kimse var mı? Malumat namına kafamıza doldurduğumuz şeylerden ne istifade ettik? Düşünüyorum da sekiz yaşında ezberlediğim birçok ibareyi ancak otuz yıl sonra anlayabildim! Tabii on beş yaşlarında iken okuduklarımı anlayabilmeye ömrüm yetmeyecek!"
Problemi, alıp bugünkü şablona oturtursak tıpatıp uyacaktır. Bugün bizler, hâlâ aynı sıkıntılardan dert yanmıyor muyuz? Hâlâ eğitim meselesini tartışmıyor muyuz? Hâlâ eğitimde lüzumsuz şeylerle kafanın meşgul edildiğini dillendiriyor muyuz dillendirmiyor muyuz? İşte Akif budur! Akif, kuru gürültüye pabuç bırakmamıştır; lüzumsuz şeylerin lakırtısını yapmamıştır. Üniversite yıllarından itibaren hep milletimizin, insanımızın ve dinimizin derdiyle dertlenmiştir. Akif'i büyük yapan da budur.
Akif, iman abidesi bir şahsiyettir. O, sadece Müslüman olduğunu söyleyen bir insan değil, dinin emirlerine uyan bir insandı. Dinî ilimleri çok iyi biliyordu. Dinî meselelerin, onun düşünce dünyasında çok önemli bir yeri vardır. Din, Akif için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu duygu yüklü, hoşgörü timsali şahsiyet, dinine saldırı söz konusu olduğunda son derece sert ve haşin bir hâl alıyordu. "Fen getirsinler" diye Rusya'ya gönderilen, fakat Akif'in ifadesiyle "züppeleşip" dönen ve dine dil uzatan bu kimselere, Akif şu sözlerle karşılık verir:
"Hâli ıslah edecekler, diyerek kaç senedir/Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir?/Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu/Dövüyordum, bereket versin edepsiz sustu/Bir selâmet yolu varmış, o da neymiş: Mutlak/Dini kökten kazımak, sonra evet Ruslaşmak/ O zaman iş bitecekmiş, o zaman kızlarımız/Şu tutundukları gayet kaba, pek manasız/Örtüden sıyrılacak, sonra da erkeklerden/Analık ilmi tahsil edecekmiş, zaten/Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş/Ki kadın sosyete bilmezmiş, esarette imiş/Din için, millet için iş görecek alçağa bak/Dini payimâl edecek, milleti Ruslaştıracak"
Akif, Tevfik Fikret'le yollarını, sırf bu dinî hassasiyetinden dolayı ayırmıştır. Tevfik Fikret, 28 Nisan 1905'te "Tarih-i Kadim" adlı 212 mısralık bir manzume neşreder. Her şeye kin ve nefret duyan şair, tarihten başlayarak, insanlarca kutsal ve yüce bilinen her şeye hücum ettiği manzumesini, Allah'ın varlığını inkâr ederek bitirir.
Tevfik Fikret'in şöhreti ve ustaca yazılmış şiirin kuvvetli tesiri, o zamanın, dinî bilgi ve duygulardan uzak kalmış aydınları üzerinde derin izler bırakır ve bu manzume, din aleyhtarı faaliyetler için, istismar vesilesi olur.
Akif'in cevap yazmasına sebep olan ve ona: "Sabilerin yüreğinden kopardı imanı" dedirten de işte bu tesirdir.
"Her şeref yapma, her saadet piç/Her şeyin ibtidası ahiri hiç/Din şehid ister, asuman kurban/Her zaman her tarafta kan, kan, kan!/Kahramanlık, esası kan vahşet/Beldeler çiğne, ordular mahvet/Kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık/Ne "aman" bil, ne "ah" işit, ne "yazık."
Akif, bu 212 mısralık manzumeye dört mısra ile cevap verir:
"Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok/Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok/Şimdi Allah'a söver... Sonra biraz bol para ver/Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!"
Akif'in bu mısralarını hazmedemeyen Fikret, iki yıl aradan sonra seksen mısralık bir cevap yazar. Bu manzumesini kaleme aldıktan dokuz ay sonra 19 Ağustos 1915'te ölür. Fikret, kaleme aldığı bu "Zeyl"de aynı fikirlerini daha açık ve şiddetli olarak ifade eder. Fikret, kendisinin de vaktiyle, Akif gibi cami cami dolaştığını, namaz kıldığını, cennet ve cehenneme inandığını söyleyerek şöyle devam ediyordu:
"Ben de âşıktım ezan nağmesine/Bir koşardım ki o Allah sesine/Ben de tesbîh ü dua savm ü salât/Hepsini hepsini yaptım, heyhât!/Çünkü telkinlere aldanmıştım/ Kandığın şeylere hep kanmıştım/............./Sevdim Allah'ı da Peygamber'i de/O alay kaldı bugün hep geride."
Fikret'in ölümünden iki sene sonra Akif, Sırat-ı Müstakim'de Fikret için 98 mısralık bir cevap yazar. Bu cevap edebiyatımızda, dinsizlik adına taassup gösterip halkın manevi değerlerine saldıranlara verilmiş bir cevap olarak yerini almıştır.
Esasen bu meselede, Akif'i kızdıran ve cevap vermeye mecbur bırakan şey, Fikret'in dini reddetmesi değil, Müslüman bir toplumda yaşadığı hâlde, o toplumu bir arada tutan temel değerlere saldırması; bunu yaparken toplumda meydana gelecek çözülmeyi düşünmemesi ve dindarların en hassas oldukları hususlarda, onların inançlarıyla son derece çirkin bir şekilde alay etmesiydi.
"Tarih-i Kadim" gibi "Zeyl" de din aleyhtarları üzerinde derin tesirler bırakmıştır. 1928'de Latin harflerinin kabulünden sonra ilk yayınlanan kitaplardan biri de "Tarih- i Kadim" olmuştur.
Akif, cevap olarak yazdığı bu doksan sekiz mısralık manzumenin bir bölümünde şöyle der:
"Savurdu pencereden havruz uğratırcasına/Gelip gelip tıkanan levsi pis karihasına/Boşandı yerlere küfrün bir öyle murdarı/Ki bağlayıp ebediyyet ipiyle asarı/Süpürge yapsalar imkânı yok temizleyemez/Bütün cihanı dolaş: Garb'ı, Şark'ı, her yeri gez.../Görür müsün bakalım böyle bir kuduz ilhad/Ki ferşi çiğneyerek Arş'a hırlasın? Heyhat/Cinayetin bu şenaat kadar mülevvesini/İşitmek istemez insan, değil ki görmesini."
Akif'in, Fikret'le ilk tanışmasını Mithat Cemal Kuntay'ın hatıralarından dinleyelim: "Akif, Fikret'le ilk kez Darülfünun'da görüştü. Meşrutiyette ikisi de orada hocaydı. Akif'e: ‘Sende nasıl bir izlenim bıraktı Fikret? dedim.' Akif: ‘Sevemedim bu adamı.' dedi. Nedenini de anlattı: ‘Benim gibi ilk görüştüğü adama, yirmi senelik arkadaşlarını çekiştirdi...' Bu tuhafıma gitti. İnanmıyacaktım: Fakat Akif söylüyordu, istemeye istemeye inandım. Aradan birkaç sene geçti. Fikret'i ilk defa görüyordum. Ve ilk defa gördüğüm Fikret, bana da yirmi senelik arkadaşlarını çekiştiriyordu. Bu doğrulanan arkadaş faslından sonra Akif, artık Fikret'in ismini bir daha ağzına almadı. Fikret'in "Tarih-i Kadim"i ortaya çıktıktan sonra ise: ‘Bu adam Peygamberime sövdü. Babama sövse affederdim, fakat Peygamberime sövmek... Bunu ölürüm de hazmetmem' diyordu."
Akif, mukaddesatına düşkün bir insandı. İnsanların düşüncelerine ve inançlarına saygı duyar, kendi düşünce ve inançlarına da saygı duyulmasını isterdi. Onun yanında, onun dinine söz söylenemezdi.
Akif, dostlarına karşı çok vefalıydı. Birisini dost edindi mi, ömür boyu bu dostluğu devam ederdi. Cemal Kuntay, bu konuyla ilgili bir hatırasında şöyle der:
"Mehmed Akif, Baytar Mektebi'nde birlikte okudukları ve sevdiği arkadaşı İslimyeli Hasan Tahsin Bey ile karşılıklı andlaşmışlar ve hayatta kalanın, daha önce ölenin ailesine bakacağına dair söz vermişlerdi. Hasan Bey, Edirne Baytar Müfettişi bulunduğu sırada 1910 yılında vefat edince, Akif Bey –her zaman olduğu gibi– sözünde durarak merhumun üç çocuğunun bakımını üzerine almıştı."
Akif, ileri görüşlü bir insandı. Dünya siyasetiyle ilgilenir ve hadiselerin akışını takip ederdi. Berlin'de yaşanan bir olay, Emin Erişirgil'in hatıralarında şöyle geçer:
"Akif Bey'in, Berlin dönüşünde, Yahudiler hakkındaki tespiti ve "Nazi"leri haber veren şu sözleri, dikkatinin keskinliğini yeteri kadar anlatacaktır: ‘Berlin'de karşıma hep Yahudiler çıktı. Banka, borsa, kitap, musiki her şey Yahudilerin elinde. Vesikasız ekmek, tereyağı da öyle. Korkarım, bu memleket bir gün onlardan hesap soracak!"
Nitekim bu hesabı daha sonra Hitler sormuştur.
Mehmet Akif, mütevazı bir şahsiyetti. Gururu sevmez, yanında bulunan herhangi birisi kendisini övdüğünde, utancından kıpkırmızı olurdu. Gururlananları sevmez, gururlandıkları zaman, lafı yüzlerine söylemekten çekinmezdi. Bir gün, sarıklı bir molla Paris'e gider. Gelince, mollanın üzerindeki gururu gören Akif, ona şöyle der: "Siz, Paris'e gitmeden önce millete Fatih Cami'nin minaresinden bakıyordunuz, şimdi Eyfel Kulesi'nden bakıyorsunuz."
Akif'in, milleti adına yaptığı bütün görüşmelerde ve seyahatlerde ne kadar ağır bir sorumluluk duygusu taşıdığını, Berlin'deki hayatına şahit olan gazeteci Habip Edip Törehan, şöyle nakleder:
"Ben bundan tam kırk sene evvel bir talebe olarak Berlin'de bulunurken şair Mehmet Akif'in Berlin'e geldiğini duymuştum. Onu ismen ve eserleri ile tanırdım. Babam, merhum Halil Edip'in şair olması hasebiyle dostlukları fazla bulunmasına rağmen kendisini şahsen tanımıyordum.
Berlin'in işlek bir tren istasyonunun karşısında ikinci sınıf ve mütevazı bir otelde oturduğunu haber aldım ve ziyaretine gittim. Babamın ismini söylediğim vakit bana çok büyük iltifat etti. O günden itibaren her gün kendisine uğruyor, günlük Alman gazetelerinde bizi alakadar eden haberleri tercüme ederek bildiriyordum.
Kendisinin söylediğine göre, Alman hariciyesi ona da muhteşem bir otelde büyük bir daire tahsis etmiş, fakat şair Mehmet Akif bunu reddetmişti.
Berlin'e gelmesinin maksadı: O zaman Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya ile müttefik bulunduğumuzdan Arapça beyanname yazılıyor ve bunlar uçaklarla Fransız ordusundaki Müslüman askerlerinin bulunduğu yerlere atılıyordu. (...) Bu beyannameleri şair Akif, Arapça olarak kaleme alıyordu...
Almanlar'ın kendisine muhteşem bir hayat sürmesini teklif ettikleri zaman: ‘Çok müteessirim ki burada sizin ücretini verdiğiniz otelde oturuyor ve yemek masraflarını da size ödetiyorum. Bu parayı vermeme imkân yoktur, eğer bu imkâna sahip olsaydım size beş para ödetmezdim, onun için en asgarî masrafı yapmak mecburiyetindeyim, benim gördüğüm hizmet yalnız size değil, sizinle müşterek olan memleketime aittir.' demiştir.
Ben bir talebe olduğumdan kendisine fazla davetler yapamıyordum, fakat o, en basit şeylerle iktifa ediyordu. Bir gün akşam yemeğini bulunduğu otelde yerken beni de davet etmişti. Ben yemek listesinde en basit ve oldukça ucuz bir şey ısmarlamış ve bununla iktifa etmiştim. Yemek bittikten sonra garson hesabı getirdi. Çünkü her defasında o, hesap pusulasını imza ediyormuş. Bana tercüme ettirerek garsona bu hesaptan benim masrafımı çıkarmasını, onu kendisi ödeyeceğini bildirdi. Garson buna lüzum olmadığını söylediği hâlde şair Akif ısrar etti ve çantasında bulunan birkaç marktan benim yemek paramı ödedi."
Akif, Berlin'de bulunduğu yıllarda bile hep Çanakkale'yi düşünüyordu. Bir gün Berlin'de yanında bulunan Binbaşı Ömer Lütfi Bey'e:
—Ömer Bey, ne olacak bu Çanakkale'nin hâli? der.
Ömer Bey de:
—Durum hiç iç açıcı değil. Bir fevkalâdelik zuhur etmezse savaş tekniğiyle kurtuluş ümidi yok, der.
Akif, bu söz üzerine çocuk gibi ağlar. Zira Ömer Lütfi Bey'in tespitiyle, onun Çanakkale için, askerî kuralla yapılacak herhangi bir açıklamaya tahammülü yoktu. O, "Çanakkale, katiyyen geçilemez. Düşman, bu milleti çiğneyemez!" sözünü duymak istiyordu.
Akif, sözünün eriydi. Bu, onun en belirgin özelliğiydi. Fatin Gökmen'in yaşadığı olay, bu konuda fikir vermek için yeterlidir.
"Ben Vaniköyü'nde oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi'nde. Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle yağmurlu bir hava oldu ki her tarafı sel götürdü. Merhum yürümeyi severdi. Bu havada karadan gelemeyeceğini düşündüm. Normal zamandan biraz önce gelen vapurdan çıkmadı, diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir hâlde gelmiş, beni evde bulamayınca hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, "Selâm söyle" demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş! Ertesi gün kendisini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim, dinlemedi. "Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir" dedi. Benimle tam altı ay konuşmadı."
Ahde vefa, peygamber ahlakıdır. Zira Peygamberimiz de kendisiyle sözleşip sözünü unutan bir insanı üç gün beklemiştir. Söz, senettir. Verilen sözü tutmamak bir iman zaafıdır.
Mehmet Akif, davet üzerine, birinci meclisin açılışından bir gün sonra 24 Nisan 1920'de Ankara'ya varır. Akif'in Ankara'ya gelişi, gazetelerden duyurulur. Akif, geldikten bir hafta sonra cuma günü Hacı Bayram Camii'nde halka ilk vaazını verir ve halkı, Kuvayı Milliye'ye katılması için cihada davet eder.
Akif'in vaazları etkisini göstermiştir. Milli Mücadele'ye destek verme konusunda tereddüt yaşayan insanlar, Akif'in dindar ve âlim kimliğine güvenerek Kuvayı Milliye'ye destek vermeye başlarlar. Akif, Anadolu'yu dolaşmaya başlar. Eşref Edip'le birlikte Balıkesir'e giderler. Akif, cuma namazından sonra Zağnos Paşa Camii'nde kürsüye çıkar. "Ey Müslümanlar!" hitabından sonra şu şiirini okur:
"Cihan alt üst olurken, seyre baktın, öyle durdun da/Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda."
Akif, Ankara'ya geldikten sonra Anadolu'nun birçok ilini dolaşır ve her ilin ileri gelenleriyle konuşup onları Millî Mücadele'ye destek vermeye çağırır. Akif'le birlikte dolaşan oğlu Emin, karşılaştığı bir hatırasını şöyle anlatır:
"Eskişehir'de, Osman Bey isminde çok zengin bir insanın evinde kaldık. Bu zat, Millî Mücadele'ye destek vermek istiyordu fakat kayınpederini ikna edememişti. Babam, aslen Tatar olan, bu son derece sofu ihtiyara birden tesir etti. Bu savaşın çok önemli bir cihat olduğuna onu ikna etti."
Mehmet Akif'in, Millî Mücadele yıllarında Kastamonu'daki Nasrullah Camii'nde verdiği vaaz son derece önemli ve etkileyicidir. Bu vaazın büyük bir kısmı, o zamanki Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlanmıştır. Bu vaaz için M. Emin Erişirgil şöyle der:
"Kurtuluş Savaşı'nda, halkın ve onu gerçekleştiren büyük adamların inancını en açık şekilde gösteren yazılı belge, sanırım Atatürk'ün "Nutuk" isimli eserinden sonra, Akif'in Nasrullah Camii'ndeki bu vaazıdır."
Mehmet Akif'in Müslüman Anadolu halkı üzerinde büyük tesiri vardı. Onun gerçek bir dindar, katıksız bir vatansever ve halis bir mücahit olduğunu bilen Müslüman aydınlar ve halk, ona tam bir güven beslemekteydiler. Gerçekten de Akif bu güvene layıktı ve geçmişi olduğu gibi, yaşadığı hâl de bunun şahidi idi.
Kastamonu hitabesi sırasında Mehmed Akif Bey, kırk yedi yaşında bulunuyordu. O sabah, yanında taşıdığı kitabın ne olduğunu soran Kastamonulu Hafız Ömer Efendi'ye Akif, şu cevabı verir:
"Tefsir-i Celâleyn'dir. Bunu daima yanımda taşır, Kur'an-ı Kerim gibi okurum. Şimdiye kadar on sekiz defa hatmettim. Şimdi on dokuzuncu hatme devam ediyorum."
Eşref Edip'in anlattığına göre, Kastamonu dönüşünde Mustafa Kemal Paşa, ikisini de yanına davet etmiş, onlara manevi cephenin kuvvetlenmesinde Sırat-ı Müstakim kadar büyük rol oynayan başka bir basın organı olmadığını söylemiş ve ikisine de minnettarlıklarını ifade etmiştir.
Sakarya Savaşı sırasında, düşmanın Ankara'ya yaklaşması üzerine meclisin Kayseri'ye nakli gündeme gelir. Bu fikre karşı çıkanların başında Akif yer alır. Akif, böyle bir düşüncenin, halk üzerinde olumsuz etki yapacağını söyler ve meclisin taşınmasını engeller. Bu arada milletvekillerinin aileleri Kayseri'ye nakledilir, Ali Şükrü Paşa ile birlikte ailesini gönderen Akif, oğlu Emin'i yanına alır. Oğlunu da göndermesini isteyenlere: "Benim öldüğüm yerde, vatan için oğlum da ölsün!" cevabını verir.
Mehmet Akif, çok sevdiği arkadaşı, deniz kurmay binbaşı Ali Şükrü Bey'in, 1923 Martında öldürülmesinden sonra, meclisten soğur. İki ay sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a döner. Aynı yılın ekim ayında, Abbas Halim Paşa'nın davetlisi olarak Mısır'a gider, 1924 baharında Türkiye'ye gelir, sonra kışı Abbas Halim Paşa'nın yanında geçirmek üzere tekrar Mısır'a gider. 1925'in Mayıs'ında yurda döndüğü zaman en yakın arkadaşı Eşref Edip'in, "isyana teşvik" suçuyla, İstiklal Mahkemeleri'nde idamla yargılandığını öğrenir. Bu sırada Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur'an-ı Kerim tercümesi ve meali yazdırmak için kolları sıvar. Tefsiri, Elmalılı merhum Muhammed Hamdi Yazır'a, tercümeyi de Akif'e vermek isterler. Akif kabul etmek istemezse de ısrarlara dayanamaz; adına "meal" denmek ve Elmalılı'nın tefsirinin yanında verilmek şartıyla teklifi kabul eder. Bu iş için tahsis edilen 6 bin liradan, bin lirayı alır ve imza atar. 1926'da başladığı çalışmasını 1929'da bitirir. O sıralarda Kur'an-ı Kerim'in Türkçe okunması çalışmaları yapılmaktadır. Akif, Mısır'dan bu çalışmaları takip eder. 1932 Ramazan'ının Kadir Gecesi'nde Ayasofya Camii'nde Kur'an-ı Kerim yerine, tercümesi okunur; Ramazan'ın son cumasında ise smokinli olarak Süleymaniye minberinden hutbe okuyan Sadettin Kaynak'ın resmi gazetelerde yayınlanır. Bunun üzerine Akif, tercümesinin Kur'an-ı Kerim yerine konulacağından endişe ederek, aldığı bin lirayı iade eder ve tercümeyi vermez.
Mehmed Akif, 1936'da hastalanarak yurda dönerken, Kur'an-ı Kerim mealini, müderris dostu Yozgatlı İhsan Efendi'ye bırakır. "Dönersem alırım, dönmezsem, yakarsın." diye vasiyet eder.
Mehmed Akif'in vefatından sonra kendisinden meali soran, almak ve bastırmak isteyenlere, "Yaktım!" diyen İhsan Efendi, Akif merhumun mealini yakmaya kıyamamış; onun defterlerini ayrıca kendisi temize çekip ciltleterek iki nüshayı birlikte saklamıştı... İhsan Efendi, 15 Temmuz 1961'de Kahire'de vefat etti. Daha önce oğlu Ekmeleddin'e –vasiyeti yerine getirmek endişesiyle olmalı– sadece Akif'in defterlerinin yakılmasını işaret etmişse de vefatından sonra ortaya çıkan her iki nüsha, orada bulunan İbrahim Sabri Bey'in zorlayıcı ısrarı sonucu –birkaç Türk talebenin de bulunduğu bir sırada– maalesef yakılır. Bu üzücü olay, orada bulunanların aldıkları karar üzere, uzun zaman saklı tutulur; nihayet 1992 yılında, olayın şahitlerinden İsmail Hakkı Şengüler Bey tarafından açıklanır.
Akif, 1925'te, Mısır'a son gidişinde on seneyi aşkın bir sene ülkeye hiç gelmez. Bu süre içinde Mısır'da sıkıntılı bir hayat yaşadığını, Eşref Edip'e yazdığı bir mektubundan anlıyoruz:
"Eşref, başıma dolamak istediğin işi başarmak için her şeyden evvel nakit, vakit, vukuf lazımdır. Ben eşimin senelerden beri devam eden hastalığı, memleketin de pahalılığı dolayısıyla fevkalade sıkıntı çekiyorum. Çok zamanlar Hilvan'dan Mısır'a inmek için yol parası bulamıyorum..."
Hastalığı ilerleyen Akif, nihayet 1936 Haziran'ında yurda dönmek üzere vapurla yola çıkar. Yanında hanımı vardır. Vapur Çanakkale'den geçerken, Akif gözyaşlarını tutamaz. İstanbul'un camileri görününce, Akif'in gözleri tekrar dolar.
Yurda döndükten sonra, Abbas Halim Paşa'nın Beyoğlu'ndaki Mısır apartmanına yerleştirilen Akif, tedavi görürse de sıhhatine kavuşamaz ve 27 Aralık 1936 gününün akşamı vefat eder. Cenazesi, Beyazıt Camii'ne getirilir. Vefat haberi karşısında resmî kurum ve kuruluşlar, en ufak bir girişimde bulunmazlar. O zamanlar Hukuk Fakültesi'nde öğrenci olan Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'in yanısıra, Mithat Cemal Kuntay ve merhum edebiyat profesörü Abdülkadir Karahan gibi bazı öğrenciler, Akif'in cenazesinin Beyazıt Camii'ne geleceğini haber alırlar. Cami avlusunda beklemeye başlarlar. Namaz vakti yaklaşmasına rağmen herhangi bir hareketlilik göremezler. Bir süre sonra caminin dışındaki lokantanın önüne bir cenaze arabası yanaşır. İki kişi, üstünde örtü bile olmayan bir tabutu indirmeye çalışırlar. Cami avlusunda, Akif'in cenazesini bekleyen o birkaç üniversite öğrencisi, tabutun fakir ve örtüsüz hâline acıyıp yardım etmek isterler. Cenazenin yanına yaklaşınca, örtüsüz ve kimsesiz tabutun Mehmet Akif Ersoy'a ait olduğunu öğrenirler ve ağlamaya başlarlar. İçlerinden birisi koşa koşa lokantanın bayrağını alıp getirir ve vatan şairinin üzerine örter. Namaz vaktine kadar olan kısa süre içinde yüzlerce üniversiteli vatanperver öğrenci, Akif'in cenazesinde buluşur. Cenaze, musalla taşında beklerken üzeri ay yıldızlı bayraklarla süslenir. Cenaze merasiminde, bir tek resmî kişi ve kuruluş yer almaz. Vatan şairinin tabutu, üniversiteli gençlerin omuzları üzerinde, Edirnekapı Şehitliği'ne kadar taşınır. Akif'in cenazesi başında, gür sesleriyle İstiklâl Marşı söyleyen gençler, daha sonra tekbirlerle cenazeyi defnederler.
Mehmet Akif Ersoy, hayatı boyunca yoksulluk içinde yaşadı. Vatanının işgal edildiği bir dönemde, gece gündüz hem inledi hem de mücadele etti. Şiirlerinde ideal bir nesli canlandırdı ve adına "Asım'ın Nesli" dedi. Bu nesil, yine Akif'in ifadesiyle: "Eskiyi, eski olduğu için atmayacak, yeniyi de yeni olduğu için almayacaktı. Faydalı olanı alacak, zararlı olanı atacaktı. O, batının fen ve tekniğini alıp kendi ülkesine hizmet edecek bir nesli şiirleştirmişti. Bu nesil, bir yandan Kur'an'ı, asrın idrakine söylettirmeli, zaman ihtiyarladıkça Kur'an'ın gençleştiğini görmeli, diğer yandan da, fen ve teknoloji adına ortaya koyduğu projelerle dünya çapında ödüller ve madalyalar almalıydı. Akif, bu neslin hasretini çekti. Kafası fen ve teknolojiye uyumlu, kalbi Çanakkale'yi kazananlar kadar inanç ve imanla dolu bir nesil olmalıydı bu.
Gerek sorumluluk duygusuyla, gerekse milletini temsil etme yönüyle dünyanın imrendiği bu nesil yetişmeye başlamıştır. Fecr-i sadığın horozları çoktan ötmüştür. Anadolu'nun bağrında, Çanakkale'de akan kanların suladığı gül fidanları çoktan büyümüştür. Akif'in gözyaşlarını dindirecek ve ruhunu şad edecek olan bu neslin; ülkesini, dünya muvazenesinde layık olduğu yere taşıyacağı ümidini besliyor, vefatı gününde kendisini bir kere daha rahmetle anıyoruz.
Eşref Serkan Yücesoy
O, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde ders vermiş bir darülfünun hocası, İslamî ilimlere son derece vukûfiyeti olan bir İslam âlimi, Sırat-ı Müstakim dergisini çıkararak yazılarıyla halkı aydınlatan bir mütefekkir, Millî Mücadele yıllarındaki vaazlarıyla, birlik ve beraberlik ruhunu halkın gönlünde yerleştirmiş bir kahraman ve şiirleriyle de bu milletin gönlüne taht kurmuş bir ediptir.
Akif'in çocukluğunun geçtiği yıllar, milletçe yıkılış dönemlerimizdi. Akif, daha ilkokul yıllarındayken Rus harbi başlamış ve Osmanlı, yılların yorgunluğuna bir yorgunluk daha eklemişti.
Yıkılışların, çözülüşlerin, dökülüşlerin birbirini takip ettiği dönemde büyüyen bir insan, ne kadar şen şakrak olabilirse Akif de o kadar şen şakraktı. Aynı yıllarda Ahmet Haşim de: "Melâli bilmeyen nesle aşina değiliz." demiyor muydu? Evet, o yıllar, milletçe yıkılış içinde olduğumuz dönemlerdi. O dönemlerde hüzün, üzerimizde bir aksesuar gibi durmuyordu; hayatımızın bir parçası hâline gelmişti. Yıllar sonra bile Hilmi Yavuz: "Hüzün ki bize en çok yakışandır." diyecektir.
Hüznün varlığından, İslam âlemi olarak haberimiz vardı ama ilk kez bu kadar yakından tatmıştık bu duyguyu. O dönemde millî manevi duygular taşıyan herkes, bu duygunun ciğerleri sızlatan etkisini bütün varlığıyla hissetmişti. Sebeplerin sükût ettiği bir dönemde, ümit denilen duygunun varlığından dem vurmak çok zordu. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah'ın rahmetinden ancak inanmayanlar ümidini keser!" ilahî beyanı olmasaydı, Müslümanların da ümitlenecek bir yanı kalmamıştı.
Derdin, çok genç yaşta olgunlaştırdığı kişilerden biridir Akif... Vakıa o, şiirlerinin tamamına yakınında ney gibi inlemiştir ama zinhar ümidini kesmemiştir.
"Serilmiş, secdemin inler durur yerlerde miracı/Semalardan gelir ummanların tehlili emvacı/Karanlıklar, ışıklar, gölgeler sussun ki Allah'ım/Bütün dünyayı inletsin, benim secdem, benim ahım."
Safahat'ın birçok yerinde bu inilti duyulur.
Mehmet Akif, İslam âleminin eğitim ve ıslahat yoluyla kalkınacağına inanıyordu. Zira eğitimsizliğin, yıllardan beri başımıza ne belalar açtığını biliyordu.
"Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sudan'a/Yeni bir medrese tesis edelim urbana/Daha üç beş de faziletli mücahit bulalım/Nesli tehzib ile ilâ ile meşgul olalım" diyecektir.
O, insanların eğitim almasını, özellikle çocuklarımızın okutulmasını istiyordu. Kendi ülkemizde, kendi evladımızın, gözümüzün içine baka baka yabancı okullarda okuyarak elimizden kaçmasını hazmedemiyordu. Sırat-ı Müstakim'de yazdığı "Yabancı Okullar Meselesi" isimli bir yazıda bu meseleyi şöyle ele alır:
"Biz ne hamiyetsiz adamlar, ne vazifesiz babalarız ki mevcut mekteplerimizi işe yarar bir hâle getirmek, yahut yeniden adamakıllı müesseseler yapmak tarafına hiç yanaşmıyoruz da istikbalimizi teşkil edecek ciğerparelerimizin terbiyesini o istikbalin hayalinden bile ürken birtakım yabancılara bırakıyoruz!
Zengin, orta hâlli ve züğürt, elhasıl hepimiz mektepsizlikten, hepimiz maarifsizlikten şikâyet ediyoruz. Fakat hiçbirimiz bu derdin çaresini bulmak istemiyoruz. Yedi bacanak gidiyorlarmış, saatlerce süren sükût canlarını sıkmış. "Bir adam olsa da laf etsek!" demişler.. Biz de tıpkı böyleyiz. Milyonlarca herif bir yere toplanmışız. "Ah bir hayır sahibi çıksa da çocuklarımız için mektep açsa!" diyoruz."
Okula ve eğitime duyulan ihtiyaç ortadaydı. Bu ihtiyaç, Akif'ten önce var olduğu gibi, Akif'ten sonra da var olmuştur. Bugün aynı şeye ihtiyaç duymuyor muyuz? Hâlâ insanımızın eğitimsizliğinden dem vurmuyor muyuz? Hâlâ kız çocuklarımızı okutup okutmamayı tartışmıyor muyuz?
Batı'ya ilim tahsili için giden çocuklarımız, bir baltaya sap olamamışlar, üstelik kendi kimliklerini de unutmuşlardı. Aynı teşebbüs Rusya için de denenmişti. Rusya'ya giden nesil de başka bir kimliğe bürünmüştü. Akif, aslı bir vaaz olan "Süleymaniye Kürsüsü'nde" isimli şiirinin bir yerinde bu konuya şöyle parmak basar:
"Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne/Acırım tükrüğe billahi tükürsem yüzüne/Demiş olsaydı eğer: Kızlara mektep lazım/Şu kadar vermelisin, kahrolayım kaçmazdım/ Din için, millet için iş görecek alçağa bak/Dini payimâl edecek, milleti Ruslaştıracak/Bunu Moskof da yapar, şimdi rıza gösterelim/Başka bir marifetin varsa haber ver, görelim."
Yine Sırat-ı Müstakim dergisinde çıkan, "Gelecek Nesillerin Eğitimi Nasıl Olmalı?" isimli bir başka yazıda, eğitim meselesini şöyle ele alır:
"Çocuklarımıza kendi terbiyemizi vermeye kalkışırsak cinayet işlemiş oluruz. (Burada "kendi terbiyemiz" sözüyle kastettiği, kendi yaş grubu, kendi kuşağıdır. Yoksa millî manevi terbiyenin dışında bir şey değildir.) İlmi, doğrudan doğruya Peygamberimiz'den öğrenen Hazreti Ali diyor ki: ‘Ciğerparelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. Unutmayınız ki onlar, sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.' İçimizde tahsil hayatının ne acıklı bir surette geçip gittiğini hatırlamayan kimse var mı? Malumat namına kafamıza doldurduğumuz şeylerden ne istifade ettik? Düşünüyorum da sekiz yaşında ezberlediğim birçok ibareyi ancak otuz yıl sonra anlayabildim! Tabii on beş yaşlarında iken okuduklarımı anlayabilmeye ömrüm yetmeyecek!"
Problemi, alıp bugünkü şablona oturtursak tıpatıp uyacaktır. Bugün bizler, hâlâ aynı sıkıntılardan dert yanmıyor muyuz? Hâlâ eğitim meselesini tartışmıyor muyuz? Hâlâ eğitimde lüzumsuz şeylerle kafanın meşgul edildiğini dillendiriyor muyuz dillendirmiyor muyuz? İşte Akif budur! Akif, kuru gürültüye pabuç bırakmamıştır; lüzumsuz şeylerin lakırtısını yapmamıştır. Üniversite yıllarından itibaren hep milletimizin, insanımızın ve dinimizin derdiyle dertlenmiştir. Akif'i büyük yapan da budur.
Akif, iman abidesi bir şahsiyettir. O, sadece Müslüman olduğunu söyleyen bir insan değil, dinin emirlerine uyan bir insandı. Dinî ilimleri çok iyi biliyordu. Dinî meselelerin, onun düşünce dünyasında çok önemli bir yeri vardır. Din, Akif için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu duygu yüklü, hoşgörü timsali şahsiyet, dinine saldırı söz konusu olduğunda son derece sert ve haşin bir hâl alıyordu. "Fen getirsinler" diye Rusya'ya gönderilen, fakat Akif'in ifadesiyle "züppeleşip" dönen ve dine dil uzatan bu kimselere, Akif şu sözlerle karşılık verir:
"Hâli ıslah edecekler, diyerek kaç senedir/Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir?/Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu/Dövüyordum, bereket versin edepsiz sustu/Bir selâmet yolu varmış, o da neymiş: Mutlak/Dini kökten kazımak, sonra evet Ruslaşmak/ O zaman iş bitecekmiş, o zaman kızlarımız/Şu tutundukları gayet kaba, pek manasız/Örtüden sıyrılacak, sonra da erkeklerden/Analık ilmi tahsil edecekmiş, zaten/Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş/Ki kadın sosyete bilmezmiş, esarette imiş/Din için, millet için iş görecek alçağa bak/Dini payimâl edecek, milleti Ruslaştıracak"
Akif, Tevfik Fikret'le yollarını, sırf bu dinî hassasiyetinden dolayı ayırmıştır. Tevfik Fikret, 28 Nisan 1905'te "Tarih-i Kadim" adlı 212 mısralık bir manzume neşreder. Her şeye kin ve nefret duyan şair, tarihten başlayarak, insanlarca kutsal ve yüce bilinen her şeye hücum ettiği manzumesini, Allah'ın varlığını inkâr ederek bitirir.
Tevfik Fikret'in şöhreti ve ustaca yazılmış şiirin kuvvetli tesiri, o zamanın, dinî bilgi ve duygulardan uzak kalmış aydınları üzerinde derin izler bırakır ve bu manzume, din aleyhtarı faaliyetler için, istismar vesilesi olur.
Akif'in cevap yazmasına sebep olan ve ona: "Sabilerin yüreğinden kopardı imanı" dedirten de işte bu tesirdir.
"Her şeref yapma, her saadet piç/Her şeyin ibtidası ahiri hiç/Din şehid ister, asuman kurban/Her zaman her tarafta kan, kan, kan!/Kahramanlık, esası kan vahşet/Beldeler çiğne, ordular mahvet/Kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık/Ne "aman" bil, ne "ah" işit, ne "yazık."
Akif, bu 212 mısralık manzumeye dört mısra ile cevap verir:
"Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok/Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok/Şimdi Allah'a söver... Sonra biraz bol para ver/Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!"
Akif'in bu mısralarını hazmedemeyen Fikret, iki yıl aradan sonra seksen mısralık bir cevap yazar. Bu manzumesini kaleme aldıktan dokuz ay sonra 19 Ağustos 1915'te ölür. Fikret, kaleme aldığı bu "Zeyl"de aynı fikirlerini daha açık ve şiddetli olarak ifade eder. Fikret, kendisinin de vaktiyle, Akif gibi cami cami dolaştığını, namaz kıldığını, cennet ve cehenneme inandığını söyleyerek şöyle devam ediyordu:
"Ben de âşıktım ezan nağmesine/Bir koşardım ki o Allah sesine/Ben de tesbîh ü dua savm ü salât/Hepsini hepsini yaptım, heyhât!/Çünkü telkinlere aldanmıştım/ Kandığın şeylere hep kanmıştım/............./Sevdim Allah'ı da Peygamber'i de/O alay kaldı bugün hep geride."
Fikret'in ölümünden iki sene sonra Akif, Sırat-ı Müstakim'de Fikret için 98 mısralık bir cevap yazar. Bu cevap edebiyatımızda, dinsizlik adına taassup gösterip halkın manevi değerlerine saldıranlara verilmiş bir cevap olarak yerini almıştır.
Esasen bu meselede, Akif'i kızdıran ve cevap vermeye mecbur bırakan şey, Fikret'in dini reddetmesi değil, Müslüman bir toplumda yaşadığı hâlde, o toplumu bir arada tutan temel değerlere saldırması; bunu yaparken toplumda meydana gelecek çözülmeyi düşünmemesi ve dindarların en hassas oldukları hususlarda, onların inançlarıyla son derece çirkin bir şekilde alay etmesiydi.
"Tarih-i Kadim" gibi "Zeyl" de din aleyhtarları üzerinde derin tesirler bırakmıştır. 1928'de Latin harflerinin kabulünden sonra ilk yayınlanan kitaplardan biri de "Tarih- i Kadim" olmuştur.
Akif, cevap olarak yazdığı bu doksan sekiz mısralık manzumenin bir bölümünde şöyle der:
"Savurdu pencereden havruz uğratırcasına/Gelip gelip tıkanan levsi pis karihasına/Boşandı yerlere küfrün bir öyle murdarı/Ki bağlayıp ebediyyet ipiyle asarı/Süpürge yapsalar imkânı yok temizleyemez/Bütün cihanı dolaş: Garb'ı, Şark'ı, her yeri gez.../Görür müsün bakalım böyle bir kuduz ilhad/Ki ferşi çiğneyerek Arş'a hırlasın? Heyhat/Cinayetin bu şenaat kadar mülevvesini/İşitmek istemez insan, değil ki görmesini."
Akif'in, Fikret'le ilk tanışmasını Mithat Cemal Kuntay'ın hatıralarından dinleyelim: "Akif, Fikret'le ilk kez Darülfünun'da görüştü. Meşrutiyette ikisi de orada hocaydı. Akif'e: ‘Sende nasıl bir izlenim bıraktı Fikret? dedim.' Akif: ‘Sevemedim bu adamı.' dedi. Nedenini de anlattı: ‘Benim gibi ilk görüştüğü adama, yirmi senelik arkadaşlarını çekiştirdi...' Bu tuhafıma gitti. İnanmıyacaktım: Fakat Akif söylüyordu, istemeye istemeye inandım. Aradan birkaç sene geçti. Fikret'i ilk defa görüyordum. Ve ilk defa gördüğüm Fikret, bana da yirmi senelik arkadaşlarını çekiştiriyordu. Bu doğrulanan arkadaş faslından sonra Akif, artık Fikret'in ismini bir daha ağzına almadı. Fikret'in "Tarih-i Kadim"i ortaya çıktıktan sonra ise: ‘Bu adam Peygamberime sövdü. Babama sövse affederdim, fakat Peygamberime sövmek... Bunu ölürüm de hazmetmem' diyordu."
Akif, mukaddesatına düşkün bir insandı. İnsanların düşüncelerine ve inançlarına saygı duyar, kendi düşünce ve inançlarına da saygı duyulmasını isterdi. Onun yanında, onun dinine söz söylenemezdi.
Akif, dostlarına karşı çok vefalıydı. Birisini dost edindi mi, ömür boyu bu dostluğu devam ederdi. Cemal Kuntay, bu konuyla ilgili bir hatırasında şöyle der:
"Mehmed Akif, Baytar Mektebi'nde birlikte okudukları ve sevdiği arkadaşı İslimyeli Hasan Tahsin Bey ile karşılıklı andlaşmışlar ve hayatta kalanın, daha önce ölenin ailesine bakacağına dair söz vermişlerdi. Hasan Bey, Edirne Baytar Müfettişi bulunduğu sırada 1910 yılında vefat edince, Akif Bey –her zaman olduğu gibi– sözünde durarak merhumun üç çocuğunun bakımını üzerine almıştı."
Akif, ileri görüşlü bir insandı. Dünya siyasetiyle ilgilenir ve hadiselerin akışını takip ederdi. Berlin'de yaşanan bir olay, Emin Erişirgil'in hatıralarında şöyle geçer:
"Akif Bey'in, Berlin dönüşünde, Yahudiler hakkındaki tespiti ve "Nazi"leri haber veren şu sözleri, dikkatinin keskinliğini yeteri kadar anlatacaktır: ‘Berlin'de karşıma hep Yahudiler çıktı. Banka, borsa, kitap, musiki her şey Yahudilerin elinde. Vesikasız ekmek, tereyağı da öyle. Korkarım, bu memleket bir gün onlardan hesap soracak!"
Nitekim bu hesabı daha sonra Hitler sormuştur.
Mehmet Akif, mütevazı bir şahsiyetti. Gururu sevmez, yanında bulunan herhangi birisi kendisini övdüğünde, utancından kıpkırmızı olurdu. Gururlananları sevmez, gururlandıkları zaman, lafı yüzlerine söylemekten çekinmezdi. Bir gün, sarıklı bir molla Paris'e gider. Gelince, mollanın üzerindeki gururu gören Akif, ona şöyle der: "Siz, Paris'e gitmeden önce millete Fatih Cami'nin minaresinden bakıyordunuz, şimdi Eyfel Kulesi'nden bakıyorsunuz."
Akif'in, milleti adına yaptığı bütün görüşmelerde ve seyahatlerde ne kadar ağır bir sorumluluk duygusu taşıdığını, Berlin'deki hayatına şahit olan gazeteci Habip Edip Törehan, şöyle nakleder:
"Ben bundan tam kırk sene evvel bir talebe olarak Berlin'de bulunurken şair Mehmet Akif'in Berlin'e geldiğini duymuştum. Onu ismen ve eserleri ile tanırdım. Babam, merhum Halil Edip'in şair olması hasebiyle dostlukları fazla bulunmasına rağmen kendisini şahsen tanımıyordum.
Berlin'in işlek bir tren istasyonunun karşısında ikinci sınıf ve mütevazı bir otelde oturduğunu haber aldım ve ziyaretine gittim. Babamın ismini söylediğim vakit bana çok büyük iltifat etti. O günden itibaren her gün kendisine uğruyor, günlük Alman gazetelerinde bizi alakadar eden haberleri tercüme ederek bildiriyordum.
Kendisinin söylediğine göre, Alman hariciyesi ona da muhteşem bir otelde büyük bir daire tahsis etmiş, fakat şair Mehmet Akif bunu reddetmişti.
Berlin'e gelmesinin maksadı: O zaman Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya ile müttefik bulunduğumuzdan Arapça beyanname yazılıyor ve bunlar uçaklarla Fransız ordusundaki Müslüman askerlerinin bulunduğu yerlere atılıyordu. (...) Bu beyannameleri şair Akif, Arapça olarak kaleme alıyordu...
Almanlar'ın kendisine muhteşem bir hayat sürmesini teklif ettikleri zaman: ‘Çok müteessirim ki burada sizin ücretini verdiğiniz otelde oturuyor ve yemek masraflarını da size ödetiyorum. Bu parayı vermeme imkân yoktur, eğer bu imkâna sahip olsaydım size beş para ödetmezdim, onun için en asgarî masrafı yapmak mecburiyetindeyim, benim gördüğüm hizmet yalnız size değil, sizinle müşterek olan memleketime aittir.' demiştir.
Ben bir talebe olduğumdan kendisine fazla davetler yapamıyordum, fakat o, en basit şeylerle iktifa ediyordu. Bir gün akşam yemeğini bulunduğu otelde yerken beni de davet etmişti. Ben yemek listesinde en basit ve oldukça ucuz bir şey ısmarlamış ve bununla iktifa etmiştim. Yemek bittikten sonra garson hesabı getirdi. Çünkü her defasında o, hesap pusulasını imza ediyormuş. Bana tercüme ettirerek garsona bu hesaptan benim masrafımı çıkarmasını, onu kendisi ödeyeceğini bildirdi. Garson buna lüzum olmadığını söylediği hâlde şair Akif ısrar etti ve çantasında bulunan birkaç marktan benim yemek paramı ödedi."
Akif, Berlin'de bulunduğu yıllarda bile hep Çanakkale'yi düşünüyordu. Bir gün Berlin'de yanında bulunan Binbaşı Ömer Lütfi Bey'e:
—Ömer Bey, ne olacak bu Çanakkale'nin hâli? der.
Ömer Bey de:
—Durum hiç iç açıcı değil. Bir fevkalâdelik zuhur etmezse savaş tekniğiyle kurtuluş ümidi yok, der.
Akif, bu söz üzerine çocuk gibi ağlar. Zira Ömer Lütfi Bey'in tespitiyle, onun Çanakkale için, askerî kuralla yapılacak herhangi bir açıklamaya tahammülü yoktu. O, "Çanakkale, katiyyen geçilemez. Düşman, bu milleti çiğneyemez!" sözünü duymak istiyordu.
Akif, sözünün eriydi. Bu, onun en belirgin özelliğiydi. Fatin Gökmen'in yaşadığı olay, bu konuda fikir vermek için yeterlidir.
"Ben Vaniköyü'nde oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi'nde. Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle yağmurlu bir hava oldu ki her tarafı sel götürdü. Merhum yürümeyi severdi. Bu havada karadan gelemeyeceğini düşündüm. Normal zamandan biraz önce gelen vapurdan çıkmadı, diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir hâlde gelmiş, beni evde bulamayınca hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, "Selâm söyle" demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş! Ertesi gün kendisini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim, dinlemedi. "Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir" dedi. Benimle tam altı ay konuşmadı."
Ahde vefa, peygamber ahlakıdır. Zira Peygamberimiz de kendisiyle sözleşip sözünü unutan bir insanı üç gün beklemiştir. Söz, senettir. Verilen sözü tutmamak bir iman zaafıdır.
Mehmet Akif, davet üzerine, birinci meclisin açılışından bir gün sonra 24 Nisan 1920'de Ankara'ya varır. Akif'in Ankara'ya gelişi, gazetelerden duyurulur. Akif, geldikten bir hafta sonra cuma günü Hacı Bayram Camii'nde halka ilk vaazını verir ve halkı, Kuvayı Milliye'ye katılması için cihada davet eder.
Akif'in vaazları etkisini göstermiştir. Milli Mücadele'ye destek verme konusunda tereddüt yaşayan insanlar, Akif'in dindar ve âlim kimliğine güvenerek Kuvayı Milliye'ye destek vermeye başlarlar. Akif, Anadolu'yu dolaşmaya başlar. Eşref Edip'le birlikte Balıkesir'e giderler. Akif, cuma namazından sonra Zağnos Paşa Camii'nde kürsüye çıkar. "Ey Müslümanlar!" hitabından sonra şu şiirini okur:
"Cihan alt üst olurken, seyre baktın, öyle durdun da/Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda."
Akif, Ankara'ya geldikten sonra Anadolu'nun birçok ilini dolaşır ve her ilin ileri gelenleriyle konuşup onları Millî Mücadele'ye destek vermeye çağırır. Akif'le birlikte dolaşan oğlu Emin, karşılaştığı bir hatırasını şöyle anlatır:
"Eskişehir'de, Osman Bey isminde çok zengin bir insanın evinde kaldık. Bu zat, Millî Mücadele'ye destek vermek istiyordu fakat kayınpederini ikna edememişti. Babam, aslen Tatar olan, bu son derece sofu ihtiyara birden tesir etti. Bu savaşın çok önemli bir cihat olduğuna onu ikna etti."
Mehmet Akif'in, Millî Mücadele yıllarında Kastamonu'daki Nasrullah Camii'nde verdiği vaaz son derece önemli ve etkileyicidir. Bu vaazın büyük bir kısmı, o zamanki Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlanmıştır. Bu vaaz için M. Emin Erişirgil şöyle der:
"Kurtuluş Savaşı'nda, halkın ve onu gerçekleştiren büyük adamların inancını en açık şekilde gösteren yazılı belge, sanırım Atatürk'ün "Nutuk" isimli eserinden sonra, Akif'in Nasrullah Camii'ndeki bu vaazıdır."
Mehmet Akif'in Müslüman Anadolu halkı üzerinde büyük tesiri vardı. Onun gerçek bir dindar, katıksız bir vatansever ve halis bir mücahit olduğunu bilen Müslüman aydınlar ve halk, ona tam bir güven beslemekteydiler. Gerçekten de Akif bu güvene layıktı ve geçmişi olduğu gibi, yaşadığı hâl de bunun şahidi idi.
Kastamonu hitabesi sırasında Mehmed Akif Bey, kırk yedi yaşında bulunuyordu. O sabah, yanında taşıdığı kitabın ne olduğunu soran Kastamonulu Hafız Ömer Efendi'ye Akif, şu cevabı verir:
"Tefsir-i Celâleyn'dir. Bunu daima yanımda taşır, Kur'an-ı Kerim gibi okurum. Şimdiye kadar on sekiz defa hatmettim. Şimdi on dokuzuncu hatme devam ediyorum."
Eşref Edip'in anlattığına göre, Kastamonu dönüşünde Mustafa Kemal Paşa, ikisini de yanına davet etmiş, onlara manevi cephenin kuvvetlenmesinde Sırat-ı Müstakim kadar büyük rol oynayan başka bir basın organı olmadığını söylemiş ve ikisine de minnettarlıklarını ifade etmiştir.
Sakarya Savaşı sırasında, düşmanın Ankara'ya yaklaşması üzerine meclisin Kayseri'ye nakli gündeme gelir. Bu fikre karşı çıkanların başında Akif yer alır. Akif, böyle bir düşüncenin, halk üzerinde olumsuz etki yapacağını söyler ve meclisin taşınmasını engeller. Bu arada milletvekillerinin aileleri Kayseri'ye nakledilir, Ali Şükrü Paşa ile birlikte ailesini gönderen Akif, oğlu Emin'i yanına alır. Oğlunu da göndermesini isteyenlere: "Benim öldüğüm yerde, vatan için oğlum da ölsün!" cevabını verir.
Mehmet Akif, çok sevdiği arkadaşı, deniz kurmay binbaşı Ali Şükrü Bey'in, 1923 Martında öldürülmesinden sonra, meclisten soğur. İki ay sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a döner. Aynı yılın ekim ayında, Abbas Halim Paşa'nın davetlisi olarak Mısır'a gider, 1924 baharında Türkiye'ye gelir, sonra kışı Abbas Halim Paşa'nın yanında geçirmek üzere tekrar Mısır'a gider. 1925'in Mayıs'ında yurda döndüğü zaman en yakın arkadaşı Eşref Edip'in, "isyana teşvik" suçuyla, İstiklal Mahkemeleri'nde idamla yargılandığını öğrenir. Bu sırada Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur'an-ı Kerim tercümesi ve meali yazdırmak için kolları sıvar. Tefsiri, Elmalılı merhum Muhammed Hamdi Yazır'a, tercümeyi de Akif'e vermek isterler. Akif kabul etmek istemezse de ısrarlara dayanamaz; adına "meal" denmek ve Elmalılı'nın tefsirinin yanında verilmek şartıyla teklifi kabul eder. Bu iş için tahsis edilen 6 bin liradan, bin lirayı alır ve imza atar. 1926'da başladığı çalışmasını 1929'da bitirir. O sıralarda Kur'an-ı Kerim'in Türkçe okunması çalışmaları yapılmaktadır. Akif, Mısır'dan bu çalışmaları takip eder. 1932 Ramazan'ının Kadir Gecesi'nde Ayasofya Camii'nde Kur'an-ı Kerim yerine, tercümesi okunur; Ramazan'ın son cumasında ise smokinli olarak Süleymaniye minberinden hutbe okuyan Sadettin Kaynak'ın resmi gazetelerde yayınlanır. Bunun üzerine Akif, tercümesinin Kur'an-ı Kerim yerine konulacağından endişe ederek, aldığı bin lirayı iade eder ve tercümeyi vermez.
Mehmed Akif, 1936'da hastalanarak yurda dönerken, Kur'an-ı Kerim mealini, müderris dostu Yozgatlı İhsan Efendi'ye bırakır. "Dönersem alırım, dönmezsem, yakarsın." diye vasiyet eder.
Mehmed Akif'in vefatından sonra kendisinden meali soran, almak ve bastırmak isteyenlere, "Yaktım!" diyen İhsan Efendi, Akif merhumun mealini yakmaya kıyamamış; onun defterlerini ayrıca kendisi temize çekip ciltleterek iki nüshayı birlikte saklamıştı... İhsan Efendi, 15 Temmuz 1961'de Kahire'de vefat etti. Daha önce oğlu Ekmeleddin'e –vasiyeti yerine getirmek endişesiyle olmalı– sadece Akif'in defterlerinin yakılmasını işaret etmişse de vefatından sonra ortaya çıkan her iki nüsha, orada bulunan İbrahim Sabri Bey'in zorlayıcı ısrarı sonucu –birkaç Türk talebenin de bulunduğu bir sırada– maalesef yakılır. Bu üzücü olay, orada bulunanların aldıkları karar üzere, uzun zaman saklı tutulur; nihayet 1992 yılında, olayın şahitlerinden İsmail Hakkı Şengüler Bey tarafından açıklanır.
Akif, 1925'te, Mısır'a son gidişinde on seneyi aşkın bir sene ülkeye hiç gelmez. Bu süre içinde Mısır'da sıkıntılı bir hayat yaşadığını, Eşref Edip'e yazdığı bir mektubundan anlıyoruz:
"Eşref, başıma dolamak istediğin işi başarmak için her şeyden evvel nakit, vakit, vukuf lazımdır. Ben eşimin senelerden beri devam eden hastalığı, memleketin de pahalılığı dolayısıyla fevkalade sıkıntı çekiyorum. Çok zamanlar Hilvan'dan Mısır'a inmek için yol parası bulamıyorum..."
Hastalığı ilerleyen Akif, nihayet 1936 Haziran'ında yurda dönmek üzere vapurla yola çıkar. Yanında hanımı vardır. Vapur Çanakkale'den geçerken, Akif gözyaşlarını tutamaz. İstanbul'un camileri görününce, Akif'in gözleri tekrar dolar.
Yurda döndükten sonra, Abbas Halim Paşa'nın Beyoğlu'ndaki Mısır apartmanına yerleştirilen Akif, tedavi görürse de sıhhatine kavuşamaz ve 27 Aralık 1936 gününün akşamı vefat eder. Cenazesi, Beyazıt Camii'ne getirilir. Vefat haberi karşısında resmî kurum ve kuruluşlar, en ufak bir girişimde bulunmazlar. O zamanlar Hukuk Fakültesi'nde öğrenci olan Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'in yanısıra, Mithat Cemal Kuntay ve merhum edebiyat profesörü Abdülkadir Karahan gibi bazı öğrenciler, Akif'in cenazesinin Beyazıt Camii'ne geleceğini haber alırlar. Cami avlusunda beklemeye başlarlar. Namaz vakti yaklaşmasına rağmen herhangi bir hareketlilik göremezler. Bir süre sonra caminin dışındaki lokantanın önüne bir cenaze arabası yanaşır. İki kişi, üstünde örtü bile olmayan bir tabutu indirmeye çalışırlar. Cami avlusunda, Akif'in cenazesini bekleyen o birkaç üniversite öğrencisi, tabutun fakir ve örtüsüz hâline acıyıp yardım etmek isterler. Cenazenin yanına yaklaşınca, örtüsüz ve kimsesiz tabutun Mehmet Akif Ersoy'a ait olduğunu öğrenirler ve ağlamaya başlarlar. İçlerinden birisi koşa koşa lokantanın bayrağını alıp getirir ve vatan şairinin üzerine örter. Namaz vaktine kadar olan kısa süre içinde yüzlerce üniversiteli vatanperver öğrenci, Akif'in cenazesinde buluşur. Cenaze, musalla taşında beklerken üzeri ay yıldızlı bayraklarla süslenir. Cenaze merasiminde, bir tek resmî kişi ve kuruluş yer almaz. Vatan şairinin tabutu, üniversiteli gençlerin omuzları üzerinde, Edirnekapı Şehitliği'ne kadar taşınır. Akif'in cenazesi başında, gür sesleriyle İstiklâl Marşı söyleyen gençler, daha sonra tekbirlerle cenazeyi defnederler.
Mehmet Akif Ersoy, hayatı boyunca yoksulluk içinde yaşadı. Vatanının işgal edildiği bir dönemde, gece gündüz hem inledi hem de mücadele etti. Şiirlerinde ideal bir nesli canlandırdı ve adına "Asım'ın Nesli" dedi. Bu nesil, yine Akif'in ifadesiyle: "Eskiyi, eski olduğu için atmayacak, yeniyi de yeni olduğu için almayacaktı. Faydalı olanı alacak, zararlı olanı atacaktı. O, batının fen ve tekniğini alıp kendi ülkesine hizmet edecek bir nesli şiirleştirmişti. Bu nesil, bir yandan Kur'an'ı, asrın idrakine söylettirmeli, zaman ihtiyarladıkça Kur'an'ın gençleştiğini görmeli, diğer yandan da, fen ve teknoloji adına ortaya koyduğu projelerle dünya çapında ödüller ve madalyalar almalıydı. Akif, bu neslin hasretini çekti. Kafası fen ve teknolojiye uyumlu, kalbi Çanakkale'yi kazananlar kadar inanç ve imanla dolu bir nesil olmalıydı bu.
Gerek sorumluluk duygusuyla, gerekse milletini temsil etme yönüyle dünyanın imrendiği bu nesil yetişmeye başlamıştır. Fecr-i sadığın horozları çoktan ötmüştür. Anadolu'nun bağrında, Çanakkale'de akan kanların suladığı gül fidanları çoktan büyümüştür. Akif'in gözyaşlarını dindirecek ve ruhunu şad edecek olan bu neslin; ülkesini, dünya muvazenesinde layık olduğu yere taşıyacağı ümidini besliyor, vefatı gününde kendisini bir kere daha rahmetle anıyoruz.
Eşref Serkan Yücesoy