teknolojiuzmani
Yeni Üye
Doğumla beraber dünya ile tanışan bebeğin gerçeklik ile temas etmesi mümkün değildir. Dünyayı gerçeklikten uzak, kendi içsel nesneleri üzerinden anlamlandıran bebek annesi ile kurduğu ilişkiler sonucunda sağlıklı bir şekilde gerçekliğe taşınır. Bu süreç içerisinde bebek dış dünya nesneleri ile de ilişki kurmaya başlar ve dünyayı bu nesneler ile anlamlandırır. Bu çalışmada bebeğin dünyaya gelişi ile başlayan ilişkisel dinamiklerin yetişkinlik döneminde yaşadığı romantik aşk ilişkilerini ve eş seçimlerini nasıl etkilediği üzerinde durulmuştur. Bireyleşme yolunda bebeğin özellikle ilk üç yılı ayrıntılı olarak incelenmiş ve kurduğu nesne ilişkilerinin ve çocukluk deneyimlerinin, yetişkinlik ilişkileri için ne kadar belirleyici bir rol oynadığı vurgulanmıştır.
Varoluşun sorgulandığı kadar sorgulanan bir konudur aşk. Belki de bu yüzdendir türlü şiire, şarkıya, romana, tiyatroya ve daha nice yerlere uyarlanışı. Hayatın çoğunun üzerine düşünülerek, zaman zaman üzülerek harcandığı ve türlü sorgulama yağmuruna tutulan aşk kavramı edebiyatçıların olduğu kadar, psikologlarında önemli bir uğraşı olmuştur. Psikanaliz bağlamında aşka dair söylenebilecek ilk şey, kuşkusuz Freud’un ilk aşkın anne ile bebek arasında yaşandığını söylemesi olacaktır. Analitik perspektiften bakıldığında her aşkın ilk aşk biçimlerinin yinelenmesi olduğunu söyleyebiliriz. Kaynağını psikanalistlerin anne-bebek ve ilişkileri üzerine olan uğraşılardan alan bu çıkarımı açıklayabilmek için bebeğin ilk yaşantılarına göz atmak gerekir.
Bebek dünyaya ilk geldiğinde sahip olduğu libidosu, kendisine yöneliktir ve bu yüzden tüm sevgisi de kendisinedir. Sağlıklı gelişimle beraber bu libidoyu nesnelere yönlendirir ve kendisi dışındakileri de sevmeye başlar. Böylelikle bebek “aşk nesneleri” ile tanışmış olur. Bebeğin ilk aşk deneyimlerini ayrıntılı incelemeden önce, bebek için libidosunu yüklediği nesnenin ne olduğu, nesne ile ilişkisi, bu süreçte neler yaşadığına dair önemli noktalara değinmek daha doğru olacaktır.
‘Nesne’ sözlük anlamı olarak “Belli bir ağırlığı ve hacmi, rengi olan her türlü cansız varlık” olarak tanımlanıyor. Oysa felsefi terim olarak baktığımızda karşımıza bilincimizin karşısında duran ve dış dünyanın parçası olan her şey olarak çıkar. Psikanalizdeyse bu terimi ilk kullanan Freud’dur (1905) ve ‘nesne’ terimine daha felsefi bir anlam yüklemiştir. Freud ‘nesne’ ile bebeğin içgüdüsel enerjiyle algıladığı dış dünyanın parçası olan her şeyi kast etmiştir. Ve bebeğin güdülerini doyum amacıyla yönlendirdiğini söylemiştir. Freud 1914’te kaleme aldığı “Narsizm Üzerine” makalesinde iki çeşit nesne seçiminden bahseder; anaklitik nesne seçimi ve narsistik nesne seçimi. Anaklitik nesne seçimi ile bebekliğinde kişiye bakım sağlayan, ihtiyaçlarını karşılayan, anne figürü ile örtüşen nesne seçimleri temsil edilir. Narsistik nesne seçiminde ise kişinin benliği ile alakalı bir durum söz konusudur. Burada kişi benliğini temsil eden, bir zamanlar olduğu, olmak istediği, benliğinin parçası olan, kendisine yakın nesneleri seçme eğilimindedir. Dürtülerin temelinde haz arayışı yattığını savunan Freud’a göre dürtüleri tatmin eden her hangi bir dış dünya varlığı nesne olabiliyordu ve bu nesne ile dürtü arasındaki bağ ancak bireyin tekrarlayan döngüsel deneyimleri sayesinde anlam kazanabiliyordu (Freud, 1905). Bu noktada Klein, Freud’la fikir ayrılığı yaşar. Klein’a göre içgüdü tatmini sağlayan nesne ve ilişki arayışı en başından yani doğumdan itibaren bebekte vardır, hatta oedipus kompleksi yaşamın ilk bir yıl içerisinde yaşanır (Klein, 1957).
Bireyin iç dünyası içselleştirilmiş nesne ilişkileri ile doludur. Klein, içe yansıtılmış nesneleri ve onları kapsayan içsel nesnelerin birbiriyle karıştırılmaması gerektiğini vurgular ve içe yansıtmayı da bireyin benliğinde “iyi” olma kaygısına yönelik bir savunma olarak kabul eder. Ölüm içgüdüsüyle doğduğumuzu savunan Klein (1957), bu içgüdüden kaynaklı “saldırgan, kötü ve zulmedici nesneler” ile dolu bir iç dünyaya sahip olan bebeğin, bu “kötü”nün kendisinde olmasına tahammül edemeyeceğinden, “kötü”yü dış dünya nesnesine yansıtıp, onu “kötü” ilan ederken, dışarıdaki “iyi” olan nesneyi içe yansıtarak benliğini ve içsel iyi nesnelerini iyi olarak korumaya çalıştığını savunmuştur. Anne karnındaki bebek, anne ile bir bütün halindedir ve güvenli bir birliktelik söz konusudur. Doğumla beraber ilk ayrışmayı ve aslında ilk yasını yaşar bebek. Hayatının kalanında bu güvenli birlikteliği yeniden kurabilme arayışı içinde olur. Bu arayışı nesne ilişkileriyle yapan bebeğin ilk nesnesi annenin memesidir. Dünyaya geldiği andan itibaren tüm dış dünyayı kurduğu nesne ilişkileriyle algılayıp, anlamlandırmaya çalışan bebeğin arzu dolu ihtiyacını (beslenme ve sevgi) karşılayan meme iyi nesne halini alır. Anne karnındayken annenin kapsıyor halde olduğu bebek, anne memesini içselleştirerek, hem memeyi hem de meme üzerinden anneyi içine alarak artık anneyi kapsayan durumundadır (Klein, 1957). Bebek için meme onun yarattığı nesnedir, çünkü ihtiyaç duyduğu anda ortaya çıkmıştır ve arzularını tatmin etmektedir. Memeyi o yaratmıştır, ona aittir, onun denetimindedir. Bu yanılsama ona tümgüçlülük duygusunu yaşama imkânı sunar. Kurduğu bu nesne ilişkisi sayesinde yeniden anne karnındaki güvenli ilişkiyi kurma amacındadır bebek. Melanie Klein, Haset ve Şükran kitabında (1957) bebekte hasedin ortaya çıkışıyla ilgili olarak, memenin yeterince besleyici olmadığı durumu da ele almıştır. Bebek için süt pınarı gibi tabir edebileceğimiz meme, ihtiyaç duyulduğu kadar doyum sağlamadığı zaman, bebek yaşadığı yoksunluktan memeyi sorumlu tutar ve negatif duygularını memeye yansıtarak onu kötü nesne konumuna taşır. Böylelikle haset ve nefret duygularını yaşar. Klein aynı kitabında doyurucu olan memeye de duyulabilecek hasede dair şunu söylemiştir; “Sütün cömertçe akması (bebeğe tatmin duygusu verse bile) hasede de yol açar, çünkü bu kadar büyük bir armağan bebeğe hiç ulaşamayacağı bir şey olarak görünüyordur.” İşte bu noktada ilk nesne olan annenin memesiyle yaşanan ilişkide bebek bir bocalama yaşar. Ona şefkat sunup arzularını karşılayan memeyi iyi nesne olarak içe yansıtan bebek, onu doyurduğu halde kendi haset duygusunu memeye yönlendirerek hem memeyi hem de anneyi kötüleştirmiştir. Bu sarsıntıyla “iyi nesne” ve “kötü nesne”yi birbirinden ayıran bebeğin hayatının geri kalanında kuracağı tüm ilişkilerin ana taslağını bu ilk nesne ilişkisi oluşturacaktır ve bu açıdan da oldukça önemlidir. İyi nesne ile bir arada tutulduğu takdirde, kötü nesneye yüklenen saldırgan duygulanımın iyi nesneyi tahrip etmesi mümkündür. Bu açıdan yapılan “iyi” ve “kötü” bölmesi oldukça önemlidir. Bu noktadan hareketle, bebek sadece nesneyi değil, kendini de “iyi ben” ve “kötü ben” olarak böler. Klein’ın “paranoid-şizoid konum” olarak adlandırdığı süreç ilk üç ayı kapsar ve bu dönemde henüz üstben oluşumu gerçekleşmediği için bu dönemde “erken ben”den ve yaşanılan paranoid bir kaygıdan söz eder. Bebeğin kullandığı iki savunma mekanizması vardır; bölme ve yansıtmalı özdeşim. Bu savunma mekanizmalarının amacı ölüm içgüdüsünden kurtulmaktır. Bebek sahip olduğu ölüm içgüdüsünden benliğini ve içsel iyi nesnelerini korumak adına saldırganlık ve nefret duygularını dış nesnelere yansıtır ve bu da paranoid kaygıya sebep olur (Klein, 1946). Üç – altı ay arasını ise “depresif konum” olarak adlandırır. Bu evrede bebeğin daha önce böldüğü nesnelerin birleşmesi söz konusudur. Başka bir deyişle, sevilen ve iyi nesne olan meme ile haset duyulan ve kötü nesne olan memenin bir olmasıdır. Bu evredeki depresif konumun temeli suçluluk duygusudur, çünkü nesneye yönelik bir çift değerlilik söz konusudur. İyi ve kötü nesnenin bir ve aynı olması kötü nesneye yansıtılan saldırgan duygulanımın iyi nesneye zarar vereceğine dair kaygı ve suçluluk oluşturur (Klein, 1948).
Bebeğin içsel süreçlerini yorumlayarak kuramını şekillendiren Melanie Klein’a ek olarak Winnicott bebek ile anne arasındaki ilişkisel alanı da vurgulamıştır. Winnicott kuramında doyurulması gereken dürtülerden değil, gelişimsel ihtiyaçlardan ve annenin bunları karşılamasıyla oluşan ilişkiden söz etmiştir (Tükel, 2011). Bebek muhtaç olan, anne ise bunu karşılamak zorunda olandır. Winnicott, sağlıklı gelişim için bebeğin çevreden ihtiyacı olanı alması gerektiğini aksi takdirde bebeğin yıkım ve yok olma yaşayacağını söyler (Habip,2011). Bebeğin çevreden ihtiyacı olanı alması ile aslında bebeğin anneden ihtiyacı olanı alması demek istenmiştir. Buradaki çevre, bebeğin ihtiyaçlarını karşılayan ve onlara duyarlı olan annedir. Winnicott (1953) bu anneyi “yeterince iyi anne” olarak adlandırır. Bebeğin kendiliğine dair ilk başlangıcı annenin yüzünü ayna olarak kullanması ve annenin bakışlarındakinin kim olduğunu sorgulamasıdır (Winnicott, 1967). Annenin yüzüne bakan bebek orada gördüğü üzerinden kendi varlığını ve kendiliğini anlamlandırır. Bu yansımada bebeğin kendini görememesi ya da yansımanın kusurlu olması bireyleşme sürecini ve kendilik oluşumunu kötü yönde etkiler. Bebekte ruh-beden bütünleşmesinin bir başka deyişle bireyleşmenin olabilmesi için anne yeterince iyi olmalıdır (Habip, 2011). Annenin yeterince iyi olmayışı ve bebeğin ihtiyaçlarının yeterince karşılanmaması durumunda bebeğin kendilik oluşumu tehlikeye girer ve bununla birlikte “gerçek kendilik” ve “sahte kendilik” olarak kendilik bölünmesi yaşanır. Gerçek kendilik bebeğin anneden ihtiyacı olan yanıtı olmasıyla oluşur ancak bebek ihtiyaçlarına uyumsuz yanıt aldığında gerçek kendiliğini korumak için sahte kendiliğini ön plana çıkartır. Böylelikle gelişen sahte kendilik, gerçek kendiliği yalıtarak savunma altına alacaktır ancak bu durum beraberinde boşluk, boşunalık ve ölüm korkularının gelişmesine neden olur (Tükel, 2011).
Bebeğin gerçek kendiliği onun ilk var olma duygusudur ve bunu yaratıcı olduğu yanılsamasına girip tümgüçlülüğü hissettiği zaman yaşar. Gerçek kendilik için tehlike oluşturabilecek her duruma karşılık sahte kendilik siper olarak onu gizler ve korur. Ancak sağlıklı bir kendilik gelişimi için bu tümgüçlülük yanılsaması yavaş yavaş terk edilmelidir. Bu annenin yardımı ve geçiş nesneleri aracılığı ile mümkündür (Winnicott, 1953). Geçiş nesnelerinin anlamı özne tarafından verilir ve anne bebeğe bu geçiş nesnelerini tümgüçlülük yanılsaması ile gerçeklik arasında köprü olarak kullanması için gerekli olan zihinsel imkânı sunar. Geçiş nesneleri parmak emme, annenin ninni söylemesi, emzik, oyuncak ayı gibi bebeğin ilk “ben olmayan” olarak algıladığı davranış, ses ya da nesneler olabilir. Bu süreçte anne geçiş nesnesini sorgulamadan gerekli olan zihinsel ortam imkânını sunarak sağlıklı bir kendilik oluşumunun temellerini atar.
Bebeğin sahip olduğu tüm bu nesne ilişkileri ve deneyimleri hakkında ayrıntılar ile paralel olarak “aşk” yaşantısının köklerini incelemeye de Freud ile devam etmek en uygunu olacaktır. Aşka dair ilk analitik kuramı Freud oluşturmuştur ve en yalın haliyle kuramın temelini kadınların babaya, erkeklerin ise anneye âşık olduğu fikri oluşturmaktadır (Freud, 1905). Kuramın çerçevesi ise çocuğun psikoseksüel gelişimi üzerine şekillenmektedir. Çocuğun psikoseksüel gelişimindeki her evre farklı bir erojen bölgeyi ve ona ait libidinal dürtüyü tatmin eden nesneyi simgeler. İlk evre oral dönemdir ve bu dönemde bebeğin erojen bölgesi ağızdır, aşk nesnesi ise memedir. Bu dönemde bebek anneden sevmeyi öğrenir ve meme ile kurduğu ilişki tüm sevgi ilişkilerinin temelini oluşturur (Freud, 1905). İkinci aşama olan anal dönemde ise aşk nesnesi yine annedir. Üçüncü aşama olan fallik döneme kadar aşk nesnesi seçimi cinsiyetler arası fark göstermemektedir ancak bu dönemde kızlar ile erkekler arasında farklılık görülür. Cinsel his odaklı olup, 3-5 yaşları arasını kapsayan bu döneme ait en önemli olgu kastrasyon kompleksidir. Bu dönemde karşı cinse duyulan çekim söz konusudur, bu yüzden de kız çocuk babayı, erkek çocuk ise anneyi aşk nesnesi olarak seçer. Bu seçimlerden kaynaklı olarak çocuklar hemcinsi olan ebeveyni kendisine rakip olarak görür. Âşık olduğu ebeveynine sahip olabilmek için erkek çocuk babayı yok etmek ister, kız çocuk ise anneyi tahtından etmek ister (Freud, 1905). Ensest yasaları yüzünden erkek çocuğun anneyi arzulaması yasaktır, bu sebeple kendisinden güçlü olan babanın onu cezalandırmak için cinsel hislerinin kaynağı olan üreme organlarına zarar vereceğinden korkarak hadım edilme kaygısı yani oedipus kompleksi yaşar. Bu kaygıdan kurtulmanın tek yolu ise babayla özdeşimdir. Bu süreçte kız çocuk ise penis kıskançlığı yaşar. Penise sahip olmayışı, tıpkı hadım edilme gibi bir cezalandırma yöntemi olarak düşünür. Kız çocuk çok değerli bir şeyi kaybettiğine inanır, erkek çocuk ise ceza olarak onu kaybedeceğinden korkar (Pines, 2005). Bu ödipal karmaşanın çözülmesinin tek yolu çocukların rakip olarak gördükleri hemcins ebeveyn ile özdeşimidir. Erkek çocuk bu yolla babasının ona ceza vermeyeceğini ve ileride annesi gibi bir kadınla evleneceğini umarken kız çocuk annesi gibi olursa, babası gibi bir eş bulabileceği inancındadır. Bireylerin yetişkinlik döneminde, ilk aşk nesneleri olan ebeveynleri yerine başkasını koyup, âşık olabilmeleri için bu ödipal karmaşanın çözülmesi gerekmektedir (Pines, 2005). Bir sonraki evre olan latens dönemi 5 yaşından ergenliğe kadar sürer. Okul döneminin başlangıcı olduğundan çocuğun libidosu bu yeniliklere yönlenir ve cinsel dürtüler örtük duruma geçer. Ancak ergenliği kapsayan bir sonraki evre, genital evrede tüm cinsel dürtüler geri gelir. Bu evrede her ne kadar birey aile dışından aşk nesnelerine yönelse de bu evredeki aşk nesnesi seçimleri ödipal evredeki seçimlerden etkilenir. Çünkü “bir aşk nesnesi bulmak, aslında onu yeniden bulmaktır. Ebeveyne yönelik çocuksu arzunun yerine cinsel eşe yönelik arzu konur.” (Pines, 2005).
Tıpkı nesne seçimlerinde olduğu gibi Freud (1914), iki çeşit aşktan söz eder; “narsistik aşk” ve “anaklitik aşk”. Narsistik aşkta birey, benliğini temsil eden, bir zamanlar olduğu, olmak istediği, benliğinin parçası olan, kendisine yakın aşk nesnesine âşık olur. Anaklitik aşkta ise bebekliğinde kişiye bakım sağlayan, ihtiyaçlarını karşılayan, anne ya da onu koruyan baba figürü ile örtüşen aşk nesnesine âşık olur. Yetişkin bireylerin aradığı aşk aslında ilk aşk nesnesi olan anne veya babanın içsel imge temsilidir çünkü “âşık olmak, ilk aşk nesnesiyle yeniden bir araya gelmeyi temsil eder.” (Pines, 2005).
Otto Kernberg (1974) âşık olabilmenin bireyin gelişmişlik düzeyiyle ilişkisi olan sevme yetisi ile bağlantılı olduğunu söylemiş ve sevme yetisini beş alt kategoriye bölmüştür. İlkine en uç nokta olan “sevme beceriksizliği” ile başlayıp “rastgele cinsel ilişkiler”, “sevilenin ilkel idealizasyonu ve çocuksu bağımlılık”, “tam cinsel doyum olmaksızın istikrarlı ilişkiler kurabilme becerisi” ve “sağlıklı bir cinsellik ve ötekine karşı duyarlılık içeren derin yakın ilişkiler” olarak daha sağlıklı örüntülere doğru ilerlemiştir. Bu sevme yetisi kategorileri bireyin gelişmişlik seviyesini yansıtmaktadır. Uç kategorilerdeki örüntüler düşük seviye gelişmişlikle ilintilidir ve bu yüzden bireyin gelişimini anlamak önemlidir. Mahler (vd. 1975) çocukların ilk üç yılını gözlemleyerek bireylerin belli evrelerden geçerek kişiliğini oluşturduğunu ve bu evreleri tamamladıktan sonra “psikolojik doğum”un gerçekleştiğini söylemiştir. Bu aşamalardan ilki 0-2 yaş arasını kapsayan otistik evredir ve bu dönemde bebek için sadece içsel ihtiyaçlar önemlidir. 2-5 ay arasını kapsayan evre sembiyotik evredir. Bu evrede bebek sadece içsel ihtiyaçlarına değil dış dünyaya da tepkiselleşir. Bu süreçte bebek anne ile bir bütün halindedir, bu yüzden bir benlik yoktur. Bebeğin anne ile ayrışmamış bu hali kişinin gelecekteki aşk ilişkilerinin kökenidir. Bunun ardından anne ile ayrışma ve bireyleşme evresi gelmektedir. Bu evredeki en önemli nokta annenin Winnicott’ın tarif ettiği gibi “yeterince iyi anne” olabilmesidir, ancak o zaman bebek anneden ayrışıp, bireyselleşebilir. Bu evrede 3 alt evreden daha söz edilir. İlk alt evre olan ayrışma evresinde bebek büyük bir merak ve hayret içerisinde dünyayı keşfeder. Bebeğin dış dünya nesnelerini, kişilerini, ilişkilerini içselleştirebilmesi için önce kendini ve kendi olmayanı ayırt edebilmesi gerekmektedir. İlk içselleştirilen nesne annedir ve anne ile ayrışma yaşandıktan sonra bu kez bebek anneye ait parçaları içselleştirir. Bunun ardından bir sonraki alt evre olan alıştırma evresinde bebek anneden ayrılmaya hazırdır. Bu süreçte bebek emeklemeye, ardından da yürümeye başlar. Bu süreçte anne, bebeğe bu ayrılmanın bir sevgi kaybı olmadığını öğretebilmek için ona destek olup, ihtiyaçları doğrultusunda yanında olmalıdır. Bunun ardından gelen alt evre ise yakınlaşmadır. Burada anneden ayrılan bebeğin korktuğu ve ihtiyaç duyduğu anda anneye geri dönmesi söz konusudur. Çocuğun en son yaşadığı evre ise bireyselliğin pekiştirilmesidir. Bu dört evre tamamlandıktan sonra bireyin “psikolojik doğum”u gerçekleşmiş olur. Bu süreçleri sağlıklı olarak tamamlayan kişinin ilk benlik temelleri atılmış olur ve kişi aşk ilişkisinde yaşadığı tüm zorluklara ve hayal kırıklıklarına rağmen o ilişkiyi sürdürebilir. Kişinin romantik ilişkilerinde de çocukluğunda yaşadığı anneyle bir bütün olduğu döneme duyduğu özlem ile bireyleşme ihtiyacı arasındaki çatışma aynı şekilde görülür (Pines, 2005). Kişi bu gelişim aşamalarını sağlıklı bir şekilde yaşamadığı zaman romantik ilişkilerinde yakınlık ile ilgili yoğun bir sorun ve terk edilme korkusu yaşayabilir. Bu problemli dinamik kişinin eş seçimini ve romantik ilişkisinin gidişatını etkiler. Kişilerin aileden ayrışamaması durumunda sağlıklı bir benlik oluşumu söz konusu değildir bu yüzden eşe de yöneltilmesi gereken libidonun tamamı aileye yöneltilir.
Bireylerin yetişkinlik dönemlerinde kurduğu romantik aşk ilişkileri de birer nesne ilişkisidir. Anne ile kurulan ilk ilişkinin niteliği sevgi, şefkat ve ihtiyaçları karşılama bakımından ne kadar iyi ise bireyin ileriki yaşantısında kuracağı romantik ilişkilerin niteliği bir o kadar olumlu yönde etkilenecektir. Bireyler eş seçimlerini benliklerini baskılayarak böldükleri parçayı bulmaya yönelik yaparlar ve bu eylem bilinçdışı gerçekleşir. Örneğin çocukken sevilmediğini düşünen birey, yüksek ihtimalle kendisine sevgisini az gösteren bir eş seçecektir. Böylece kendisine dair sahip olduğu negatif duygulanımını eşine yansıtarak onu suçlayabilecektir (Pines, 2005). Tıpkı bebeğin kendi haset duygusunu memeye yansıtarak, memeyi suçlaması gibi. Bu seçimin altında yatan ihtiyaç sadece suçlama değil, aynı zamanda bireyin bölünmüş yanlarını temsil etme ihtiyacıdır. Çünkü bu seçimle, eşinde bölünmüş yanını bulan birey, negatif duygularını ona yansıtarak bu duygularından kurtulacaktır. Tıpkı bebeğin doğuştan getirdiği ölüm içgüdüsüne bağlı zulmedici duyguları dış nesnelere yansıtıp, onları kötü nesne olarak ilan ederken kendini iyi olarak koruması gibi. Bu noktada seçilen eş ona yansıtılanlarla özdeşim yaparak, kendisine yansıtılana uygun davranmaya ve düşünmeye başlar. Örneğin; sevgisini az gösteren eşin, sevilmediğini düşünen bireye sevgisini gösterdiği zaman bile, aldığı yansıtmayla özdeşim yaparak yeterli sevgi göstermediğini düşünür. Bu yansıtmalı özdeşim, çiftler arasında karşılıklı yapılarak birbirlerinin baskılanmış yanlarını içselleştirirler.
İnsan hayatındaki tüm bu anne-bebek uğraşları yetişkinlik yatırımlarıdır. Yetişkinlik deneyimleri bu ilişkiler etrafında döngüsel bir düzen kurduğundan bireylerin yaşantılarını anlamak için ilke inmek çok önemlidir. Doğumla birlikte başlayan serüven, anne-bebek ilişkisi, dünyayı anlamlandıran nesneler, nesnelere yüklenen öznel anlamlar ve gerçeklik ile tanışma derken, kişinin bireyleşmesi kendilik oluşumuyla devam eder ve serüveninin başlangıcında yaşadığı ilişki dinamikleriyle döngüsel bir arayışa girer. Bu bağlamda, tıpkı bulunan her nesnenin ilk nesnelerin yeniden basımı olması gibi, insan hayatının neredeyse tamamında yer alan aşk olgusu da yaşanılan ilk aşk duygularının yeniden basımıdır.