Vahiy, süratli işâret, kitâbet, risâlet, ilham ve gizli kelâm gibi çeşitli mânâlara gelir. Allâh Teâlâ’nın istediği şeyleri peygamberlerine, arzu ettiği sûrette bildirmesidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O, çok yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” (eş-Şûrâ, 51)
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın rivâyet ettiğine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“−Ey Allâh’ın Rasûlü! Sana vahiy nasıl geliyor?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
“−O, bâzen çıngırak sesini andıran bir ses gibi gelir ki, vahyin bana en ağır gelen şekli budur. Allâh Teâlâ’nın dediğini kavrayıp ezberlediğimde, melek benden ayrılır. Bâzen de melek bana bir insan sûretinde gelir. Benimle konuşur söylediğini hemen kavrarım.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1/2; Müslim, Fedâil, 87)
İslâm âlimleri, çeşitli rivâyetlerden hareketle vahyin geliş şekillerini şöyle tespit etmişlerdir:
Vahiy, bâzen uykuda görülen ve görüldüğü gibi tahakkuk eden sâdık rüyâlar şeklinde gelirdi.
Vahyedilecek kelâm, melek görünmeksizin Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın kalbine ilkâ olunurdu.
Vahiy meleği, “Cibrîl Hadîsi”nde olduğu gibi insan sûretine girerek, vahyedilecek şeyi bildirirdi.
Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın anlattığı şu rivâyet de, vahyin bu tarzda vâkî oluş şekline güzel bir misâldir:
“Babam Abbâs’la birlikte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında idim.
Allâh Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanında bir adam bulunuyor ve Efendimiz onunla fısıldaşıyordu. Bu sebeple babamla alâkadar olamadı. Yanından çıktığımızda babam:
«−Oğlum! Allâh Rasûlü’nün bana iltifat etmediğini gördün değil mi?» dedi. Ben de:
«−Babacığım! Yanında bir adam vardı, onunla konuşuyordu.» dedim.
Bunun üzerine hemen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına döndük. Babam:
«−Yâ Rasûlallâh! Abdullâh’a şöyle şöyle demiştim, o da Siz’in, yanınızdaki bir adamla fısıldaştığınızı söyledi. Gerçekten de yanınızda bir kimse var mıydı?» dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana hitâben:
«−Ey Abdullâh! Sen onu gördün mü?» diye sordu.
Ben:
«−Evet! Gördüm.» dedim.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
«−O Cebrâîl idi. Bu sebeple seninle alâkadar olamadım.» buyurdu.” (Ahmed, I, 293-294; Heysemî, IX, 276)
Vahiy bâzen de, dehşetli bir çıngırak sesi gibi gelirdi. Vahiy hâli geçince, Peygamber Efendimiz meleğin söylemiş olduğu şeyi iyice öğrenmiş olurdu.
Cebrâîl -aleyhisselâm- iki defâ vahyi aslî sûretiyle görünerek getirmiştir. Bunlardan birincisi vahyin fetret dönenimi müteâkip Peygamber Efendimiz Hirâ Mağarası’ndan inerken, ikincisi ise Mîrâc Gecesi’nde Sidretü’l-Müntehâ’da vâkî olmuştur.
Allâh Teâlâ’nın, Mîrâc’da olduğu gibi arada vahiy meleği bulunmaksızın, ilâhî kabul ve ikrâma nâil kılarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e doğrudan vahyetmesidir.
Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın Allâh Rasûlü’ne uyku hâlinde iken vahiy getirmesidir. Bâzı müfessirler, Kevser Sûresi’nin bu şekilde nâzil olduğunu ifâde ederler.
Ashâb-ı kirâmdan bâzılarının anlattıklarına göre, vahyin nüzûlü esnâsında Peygamber Efendimiz’e ağır bir sıkıntı hâli ârız olur, yüzü gül gibi pembeleşir, gözlerini kapatır, başını önüne eğerdi. Ashâbı da başlarını önlerine eğerlerdi. Vahiy hâli nihâyete erinceye kadar hiçbiri başlarını kaldırıp Fahr-i Kâinât Efendimiz’in cemâline bakmaya kâdir olamazlardı.
Bâzen de vahiy geldiği zaman, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o esnâda çabuk çabuk nefes alırdı. En soğuk günlerde bile, alnından inci tâneleri gibi terler dökülürdü. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1/2, Umre 10; Müslim, Fedâil 87, Hudûd 13; Tirmizî, Tefsir 23/3173; Ahmed, V, 327.)
Vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit’in bildirdiğine göre gelen vahyin ağırlığı, inen ahkâmın ağırlığı ile mütenâsip olurdu. Yâni, inen vahiy ilâhî vaat ve müjde mâhiyetinde ise Cebrâîl -aleyhisselâm- beşer sûretinde gelir, bu ise Peygamber Efendimiz’e bir güçlük vermezdi. Fakat vahiy, azâb ile korkutmaya dâir ilâhî îkazları ihtivâ ettiği zaman da, dehşet saçan bir çıngırak sesi gibi gelirdi.
Vahiy, Allâh Rasûlü deve üzerinde iken geldiğinde, hayvan vahyin ağırlığına tahammül edemez, ayakları bükülür ve çökerdi. Nitekim Peygamber Efendimiz Adbâ isimli devesinin üzerinde bulunduğu sırada Mâide Sûresi’nin üçüncü âyeti nâzil olmaya başlayınca Adbâ’nın ayakları kırılacak gibi olmuş, Allâh Rasûlü devenin üzerinden inmişti.(Ahmed, II, 176; VI, 445; İbn-i Sa’d, I, 197; Taberî, Tefsîr, VI, 106.)
Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- der ki:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oturuyordum. Bu esnâda Allâh Rasûlü’ne vahiy hâli geldi. Dizi benim dizimin üzerindeydi. Vallâhi o anda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dizinden daha ağır bir şey hissetmemiştim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.” (Ahmed, V, 190-191)
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul