Son Konu

Prof.Dr Necmettin erbakan ve Bilim

iltasyazilim

Yeni Üye
Katılım
25 Ara 2016
Mesajlar
2
Tepkime
1
Puanları
38
Yaş
35
Credits
-2
Geri Bildirim : 0 / 0 / 0
İSLAM VE İLİM

Erbakan Hoca Anlatıyor:
Böyle bir konuyu aramızda konuşmaya çok büyük ihtiyaç duyuyoruz Çünkü Müslümanlar olarak; dünyanın gelmiş geçmiş en büyük düşünce sistemine sahip bulunuyoruz Fakat bu büyük mana ve düşünce sistemine sahip Müslümanların karşısında mücadele suretiyle sevapları ve şerefleri artsın diye karşsında daima batıl fikirler ola gelmiştir Bu batıl fikirler, bir Müslüman diyarı içerisinde bizleri, kendi dinimizi, kendi hakikatlerimizi öğrenemeyecek hale getirmişlerdir Bakın, ben bugün size, dinimizin yaydığı ışıkla yapılmış olan ilmi çalışmaların bazılarından bahsedeceğim Eminim ki, çoğumuz bu çalışmalar hakkında fikir sahibi değiliz Niçin? Çünkü kendi geçmişimizi ve gerçeklerimizi öğrenmeğe imkân bulamamış kimseleriz
Önce, mevzuun ehemmiyeti hakkında bir noktayı belirtmek istiyorum: Bizim düşünce sistemimizde aslında hiçbir noksanımız yoktur Ancak yetiştirilme tarzımız dolayısıyla yanlış düşüncelere düşebiliyoruz O da şu: Efendim, ortada bir Müslümanlık var Müslümanlık bilhassa ahirete, manevi ilimlere, ahlâki değerlere fıkhi ve diğer ilimlere ait birçok esaslar getirmiş, biz bunları öğrenmişiz, fakat zannediyoruz ki, Müslümanlık dışında başka hakikatler de vardır Neymiş bu hakikatler? Efendim bakınız eloğlu çalışıyor Amerikalı Avrupalı ne büyük mamureler meydana getiriyor; Aya ve yıldızlara gidiyor İyi de, bu insanların çalışmaları, Kuranı Kerime istinat eden ilimler münasebetiyle midir, değil midir? Bunu iddia edecek vaziyette değiliz, diye düşünüyor ve diyoruz ki:
“Bunlar böyle güneşin tutulmasını saniyesi saniyesine hesapladıklarına göre, aya şu kadar zamanda gideceğim, deyip o dakikada gittiklerine göre, onların da istinat ettikleri bir hakikat kaynağı var sanıyoruz Ve böylece Müslümanlık dışında sanki başka bir hakikat kaynağı olabilirmiş gibi Avrupalıların düşünce sistemine bir pay ayırmağa kalkışıyoruz
Şimdi biz, bu konuşmamızda bilhassa belirtmek istiyoruz ki, “Müslümanlık dışında başka hiç bir hakikat kaynağı olamaz Peki bu Avrupada gördüğümüz adamların yaptıkları işler ne oluyor? Bunlar nasıl meydana geliyor? İşte sizlere Batılıların düşünce sistemleriyle ve yaptıkları ilerlemelerle; Müslümanlık arasındaki münasebeti belirtmeğe çalışacağız
Önce şöyle bir noktadan başlayalım: Sizinle beraber seyahate çıksak, dünyanın muhtelif yerlerinde çalışmalar yapılan yerleri dolaşsak: dışardan baktığımız zaman, “Aman ne büyük binalar, ne büyük köprüler yapmışlar; bu jetlerle, bu roketlerle nasıl uçuyorlar, aya nasıl gidiyorlar? Bu laboratuvardaki karmakarışık aletler üzerinde nasıl çalışıyorlar diye hayretle bunları seyrederiz Amerikada aya giden herhangi bir füzenin hareketini kontrol eden bir gözetleme merkezinde çalışan insanın yanına yaklaşıp, bu adamın bilgi muhtevası nedir, diye incelemeye başlasak, ne göreceğiz? Maalesef, bizler öyle bir yetiştirilme tarzının içerisine konulmuşuz ki: bu laboratuvarda çalışan insanlara ister istemez büyük bir hayret hissiyle bakıyoruz, onları kendimizden çok büyük görüyoruz Şimdi biz bu büyük görme meselesinin tahliline girişmek istiyoruz Onun için bu laboratuvarda çalışan büyük âlimlerden bir tanesinin yanına yaklaşsak ve desek ki: “Beyefendi, siz burda ne yapıyorsunuz? diyecektir ki, “Ben burada şu füzenin aya gidişini kontrol ediyorum Peki nasıl kontrol ediyorsun? “İşte sadece şu aleti kullanıyorum diyecek Alet nasıl yapılmış, desek, adam bize birtakım formüller yazacak Bu formüllerin baş taraflarına birtakım harflerle rumuzlar koyacaktır İçimizden deriz ki, bu adam bilmediğimiz ve hiçbir zaman da akıl erdiremeyeceğimiz mevzulardan bize bahsediyor Hâlbuki bir Müslümanın böyle bir durumla karşılaştığı zaman, bunları çok büyük bir mesele olarak görmemesi lâzımdır Ve yine herhangibir laboratuarda çalışan bilim adamına bu işleri nasıl yaptığını sorduğumuz zaman, o da bize bir takım formüller göstermeğe başlayacaktır Şimdi biz bu formül meselesinin içerisine girip bunlardan ne kastedildiğinin bir hülâsasını yapmak istiyoruz: Bakın bu adam bize hangi formülden bahsederse etsin, bunun bahsetmiş olduğu formülün şekli ve muhtevası mühim değil Aslında formül diye yapmış olduğu şeyler, bir takım fikir sistemlerini ve düşünce silsilelerini rumuzlarla yürütmekten başka bir şey değildir Mesela bu adamın aya füzenin gidişiyle yapmış olduğu hesap ile, mahiyet itibariyle; şu pencereden aşağıya bir taş atsak, bu attığımız taşın ne kadar zaman sonra yere geleceğini hesaplama arasında prensipleri itibariyle bir fark yoktur
Niçin mi? Şimdi arkadaşlarımızın çokları bilhassa lise seviyesine kadar mekanik ve fizik dersi okumuş olanlar, biz şu pencereden bir taş bıraksak, aşağıya bu taşın ne kadar zaman sonra düşeceğinin hesabını çok iyi bilirler Hemen arkadaşımız oturup ve o Amerikada gördüğümüz beyaz gömlekli, makinenin başındaki görevli gibi derhal karşımıza bir formül yazar ve der ki efendim on metreden mi taşı aşağı düşürüyorsunuz? O halde buraya 10 yazacağız, 2 ile çarpacağız, 20 olacak Yerçekimi 981dir Buna böldüğümüz zaman 2 çıkacak Karekökünü aldığımız zaman 1,41 çıkacak Bu taş 10 metrelik bir yerden serbest bırakılırsa, 1,41 saniye sonra aşağıya düşmüş olur Hakikaten pencereden bir taşı bıraktığımız zaman bir kronometre tutarsak taşın aşağıya tam 1,41 saniyede indiğini görürüz Şimdi tabiî biz bu manzarayı görünce “vay canına, bu adam bu işi biliyor diyoruz Aslında bu adamın bildiği şey nedir? efendim bu taş buradan aşağıya doğru düşerken herhangi bir anda taşı yer çekiyor Bir çekim kuvveti var Kuvvet diye bir şeyden bahsedecek Sonra diyecek ki, efendim, “taş aşağı doğru inerken bir ivme kazanıyor Bu ivmeden dolayı taşın bir atalet kuvveti var Taş aşağı doğru inerken yerin çekmiş olduğu bu kuvvet yukarıya doğru mevcut olan atalet kuvvetine eşittir çünkü daima her yerde, nerede karşılaşırsak karşılaşalım “tesir, aksi tesire müsavidir (etkitepki) Sahi öyle midir? Başlayacak bize misal vermeğe Diyecek ki, bakın ben masayı bir kilo kuvvetle şöyle itersem, o da bir kilo ile bu tarafa doğru beni itmiş olacaktır Ve nereye gidersek gidelim, tesir, aksi tesire eşittir Şimdi bugün bütün dünyada her sahada yapılmış olan ilmi çalışmalarda bize esas bilgiyi veren, “tesir müsavi aksi tesir diye bir prensiptir Tesir, aksi tesire müsavidir (etki tepkiye eşittir)Yani herhangi bir kuvvet daima karşısındaki başka kuvvetlerle dengededir
Şimdi bir taşın düşme zamanını hesaplamak için “tesir aksi tesire eşittir prensibinden faydalanıyoruz Bunun gibi başka hesaplarda faydalandığımız başka prensipler de vardır Bu prensiplerden önemli bir tanesi “Madde yoktan var edilmez, vardan yok edilmez prensibi (Maddenin tahaffuzu prensibi) Diğer bir prensip ise “enerji yoktan var edilemez, vardan yok edilemez prensibi
Bugün bütün dünyadaki teknik sahada yapılmış olan çalışmaların hepsinde kullanılan asıl fikri muhakeme, temel ve genel formül işte bu üç prensipten ibarettir Bugün hiçbir fizik, hiçbir kimya, hiçbir mekanik meselesi yoktur ki, bu üç prensip vasıtasıyla hesaplanmamış olsun Bunun dışında başka bir prensip yoktur O halde bizim karşılaşmış olduğumuz herhangi bir Batılı ilim adamı bir hesap yapıp da bize bir marifet gösterdiği zaman bilelim ki, bu marifetin altında ve arkasında yatan asıl hesapların hepsini sıksak yere üç tane damla düşer: Biri “Tesir, aksi tesire eşittir prensibi İkincisi “madde yoktan var olmaz, vardan yok olmaz prensibidir Üçüncüsü de “Enerji yoktan var olmaz, vardan yok olmaz prensibidir Bu üç prensibe istinaden bu hesaplar yapılır
Şimdi bu hesapları yapıp bir takım neticeleri ortaya koyan bilim erbabına desek ki, “beyefendi sen bu hesaplan yaparken bir takım tabirlerden bahsediyorsun

Madde, gerçekten var mıdır?
Kuvvet diyorsun, enerji, madde diyorsun Nedir bu söylediğin şeyler? İşte Batılı bir âlim bütün bu hesapları yaptığı halde kuvvetin ne olduğunu, enerjinin ne olduğunu, maddenin ne olduğunu bize tarif edemiyor Bu mefhumları alıyor, kullanıyor ama, bunlar nedir, dediğimiz zaman anlatamıyor, gösteremiyor Aman efendim insan maddeyi gösteremez olur mu? işte şuradaki masa, direk vs görülüyor madde işte budur Hayır meseleye ilmi açıdan bakıldığı zaman bu kadar basit değildir Madde nedir dediğimizde şu masadır, diye bize gösterdiği takdirde, “acaba bu masa nedir? diye bir incelemeye kalkışırsak; masanın üzerine çok büyük bir mikroskopla yaklaşmaya başlarız Maddenin ne olduğunu anlamak için, ilk önce masanın üst yüzeyinden birtakım pürüzler görürüz Sonra bu pürüzlerin içerisine girdiğimiz zaman, eğer ağaçtan yapılmış bir ahşap masa ise bu nebatın hücrelerini görürüz Bu hücrelerin de kendi içerisinde birtakım organik maddelerden ve bu organik maddelerin ise birtakım moleküllerden yapıldığını görürüz Bu moleküllerin içerisine bir elektron mikroskobu ile bakacak olursak, maddenin içindeki bu en küçük parça dediğimiz molekülün bir takım atomlardan yapılmış olduğunu fark ederiz Atom nedir deyip içerisine girdiğimiz zaman ise görüyoruz ki, atom bizim güneşe ve etrafında dönen yıldızlara benzeyen bir yapıya sahiptir Ortasında tıpkı güneş gibi bir merkezi kısım bulunuyor Buna proton deniyor Bunun etrafında dünyanın ve diğer yıldızların dönüşü gibi bir takım elektronlar dönüyor Tıpkı dünya ve diğer yıldızlar güneşin etrafında nasıl dönüyorlarsa, şu masanın içerisindeki her bir atomda da bu şekilde ve sürekli hareket ediyor
Peki, bu atom dediğimiz şey nasıl bir şeydir? Elektron mikroskobu ile gelip bunun içerisine girdiğimiz de anlıyoruz ki, şimdi nasıl bir güneşi dünyadan pek çok uzaklarda görüyorsak, bunun gibi; atomun protonu ile elektronu arasında (yani güneş ile dünya arasında) da çok büyük bir boşluğun olduğunu görüyoruz Öyle ki, biz dünya ile güneşin arasına on bin tane dünya koyarsak ancak güneşe erişiriz Hâlbuki atomun içerisinde elektron ile protonun arasına (yani oradaki dünya ile güneşin arasına) yüz bin tane koyduğumuz zaman ulaşabiliriz Bunun manası şudur:
Biz madde diye her tarafını dolu olarak görmüş olduğumuz cismin içerisine girdiğimiz zaman bir boşlukla karşılaşıyoruz Hâlbuki zahiren dolu zannediyoruz Peki, bunun aslı neymiş? Boşluk Ama ne boşluğu? Efendim işte bir elektron var, bir de proton var madde dediğimiz şeyin içerisinde Ve bunların arasında da arz ile güneşin arasındaki boşluğun daha on misli büyük boşluk var Biz bunu dolu zannediyorduk Evet dışarıdan baktığımız zaman dolu sanılıyor… Çünkü içerisini göremiyoruz Görme kabiliyetimiz yetmiyor Gerçekte ise bunun içerisinde boşluk var…
Şimdi bu Amerikan laboratuarında bize o hesaplarla fiyaka yapan insanı getirip de mikroskopla bu boşluğun içerisine sokup: “beyefendi sen demin hesaplarında maddeden bahsettin O halde nerede bu madde? dediğimiz zaman, bu insan bu boşluğun içerisine girip kayboluyor Çünkü bunun içerisindeki elektron ve proton dediği şeylerin aslında bir ağırlığı veya herhangi bir hacmi görünmüyor Dünyadaki bütün altınların hepsini, eğer atomlarının içindeki boşlukları çıkartacak kadar bunları sıkabilirsek, sadece bir yüksüğün içerisine sığacak kadar küçülür Dünyadaki bütün altınlar bir ucu Lizbonda bulunan öbür ucu Sibiryaya kadar uzanan bir katarı dolduracak kadar çok görülür
Yani bizim gördüğümüz, altın gibi en ağır bir madde dahi aslında büyük boşluklardan meydana geliyor İşin içerisine gelip girdiğimiz zaman orta yerde madde diye bir şey kalmıyor Hatta deniliyor ki: “Efendim bu kenardaki elektron aslında yoktur Ya ne varmış? “Şöyle bir dalga var Bu dalga böylece dönüyor Bir madde yok diyorlar Nasıl bir dalga? Meselâ şu salonun şu ucundan buraya kadar bir ip gersek şuradan bir dalga versek bu ipe, bu dalga buradan oraya kadar yürür gider İşte siz elektron dönüyor diye kabul ediyorsunuz Hâlbuki aslında dönen elektron değildir Dönen neymiş? Dönen bu dalgadır Özetle madde diye bir şey yoktur
O halde bugün Batı, bir takım hesaplar yapıyor, bir takım işler başarıyor gibi gözüküyor Ama kendisinin kullanmış olduğu mefhumların ne olduğunu bile kendisi bilmiyor Bugün Batıdaki bir insan madde nedir bilmez Batıdaki bir insan enerji nedir bilmez Batıdaki bir insan kuvvet nedir bilmez
Niçin bu konu üzerinde duruyoruz? Müslüman kardeşlerimiz, yarım yamalak batı ilimlerini okumuş insanlara rastladıkları zaman, bunların küçümsemesiyle karşılaşıyor Batılılar kendi küçüklüklerini bilmiyor Ben bu akşam size; Müslümanları küçük gören insanların kendilerinin küçük olduğunu ispat etmek için huzurunuza geldim
Gitmiş, Batıda biraz tahsil yapıp gelmiş, Müslümanlığı küçük görmeye kalkıyor Niçin? Efendim dünyada ilim var, fen var diye hava atıyor Nedir senin ilim dediğin? Aya çıkılıyormuş, yıldızlara gidiliyormuş… Gel söyle bakalım, aya yıldızlara hangi hesaplarla gidiliyor? Onun bunların hiç birinden haberi yoktur Bu hesapların nereden çıktığını bilmiyor Bildiği takdirde buraya gelmeye mecburdur Diyecek ki, bir takım prensipler var Bu prensipleri biz tecrübelerle tespit ettik Bu prensiplere inanıyoruz Bu prensiplere istinaden hesaplar yapıyoruz Nedir bu prensipler? İşte “Tesir aksi tesire eşittir Madde vardan yok olmaz, yoktan var olmaz Peki, senin bu madde dediğin nedir? Enerji ve kuvvet dediğin nedir? diye sorduğumuz zaman bize karşı, o büyük pozları takınan insanlar, bunların ne olduklarını izah edemiyor, burada takılıp kalıyor Niçin? Çünkü onlar asıl ilim nedir, onu bilmezler Bazı basit tatbikatları ilim zannederler Hâlbuki onların gelip tıkandıkları bu yer var ya, işte ilim ondan sonra başlar aslında… Sen madde nedir bilmeden, sen enerji nedir, kuvvet nedir bilmeden, gelip de boşuna böbürleniyorsun burada Madde dediğiniz şey var mı yok mu? Daha bunu orta yere koyamıyorsun Bak biriniz böyle söylüyor, diğeriniz başka söylüyor Biriniz diyor ki, “Evet madde vardır Öbürünüz hayır madde yoktur, bu bir dalgadır, şudur, budur diyor Şimdi bunların en büyük yetişmişlerinden bir tanesinin ismini işitmişinizdir: Einstein (Aynştayn) adlı Yahudi bilgini… Einstein bütün bu meselelerle senelerce uğraştıktan sonra ömrünün sonlarında şunları söylemiştir: “Ben ömrümde uzun müddet, hakikaten bu madde ve enerji ile, kuvvetle uğraşıp bir sürü hesaplar yaptım, ama bütün hayatım boyunca bunların ne olduğunu anlayamadım Hatta size bir şey söyleyeyim Acaba biz hesaplar yaparken “madde, enerji, kuvvet gibi mefhumları kullanacağımıza, bunların yerine başka mefhumları kullanmış olsaydık, acaba daha mı kolay hesap yapardık? Bunu da bilemiyorum Yalnız hissettiğim bir şey var, o da böyle enerji, madde, kuvvet diye birbirinden ayrı üç mefhum olmadığıdır Ben bu işte bir tevhit (birlik) hissediyorum Bir tek mefhum olsa gerek ki, bu bazen enerji haline, bazen de madde haline giriyor; bazen kuvvet haline giriyor Evet bunun ne olduğunu hissediyorum ama bir türlü bulamıyorum diyor Nitekim atom parçalandığı zaman madde enerji haline geliyor Yine enerjiyi bir yerden toplamak mümkün olduğu takdirde ondan da madde meydana geliyor O halde madde nerede? Enerji nedir? Asıl olan bunların hangisidir? Diye sorduğumuz zaman bugün Batı ilmi ve Einstein gibi bilginleri bunun cevabını veremiyor Ve bu cevap verememe karşısında, kendi durumlarının bir çıkmaz içinde olduğunu kendileri itiraf ediyor Hani gelip de bir Müslümana yukarıdan bakan bir insan var ya, o insan bilmelidir ki, kendisinin bir varlık olarak istinad etmiş olduğu Batı ilmi, bugün gelmiş, bir çıkmazın içine saplanmıştır Bir tıkanıklığın içerisindedir Bu tıkanıklık, mefhumların ne olduğunu bilmemekten ileri geliyor Ve tabi daha başka sebepleri de bulunuyor Meselâ Batılı insan bu prensipleri tatbik etmek suretiyle hesap yapmak istediği zaman, bugün hesapları da yapamıyor Bir çıkmazın, bir tıkanıklığın girdabındadır Bütün Batı memleketlerinde doktoralar yaptırılıyor Bu doktoralarda birazcık karışık bir mesele olduğu zaman, bunları çözüp halledemiyorlar Ama bunları çok defa açıklıkla söyleyemiyorlar Şimdi şu anda ben çok arzu ederim ki, Batı üniversitelerinde doktoralar yaptırmış bir ilim adamı karşımızda olsa da, bu meseleyi biz onlarla münakaşa etsek, siz aramızda hakem olsanız İsbat etmek üzere iddia ediyorum ki; “Batı bugün yapmış olduğu hesapların, kullanmış olduğu mefhumların ne olduğunu kendisi bilmez, bu bir İkincisi bu hesapları yaparken bir çıkmazın içindedir Batının hesap ve riyaziye imkânları, bunları çözmeğe yetmez Bunlara sorsak: Peki ne yapıyorsunuz siz bu doktora çalışmalarınızda? Bakın, ben size anlatayım: Mesela şuradan bir gemi gidiyor, bu geminin arkasında acaba nasıl dalgalar meydana gelecek? Bunu hesaplayın deseler, şimdi bizim üniversitelerimizde ilim diye yaptığımız şey şudur: Bu gemiyi yürütüyoruz, geminin arkasındaki dalgaların, bir modelin üzerinde fotoğraflarını alıyoruz Bakıyoruz ki; şöyle dalgalar meydana geliyor, sonra geçiyoruz masa başında, bunu hesaplamaya çalışıyoruz Bunun için yaptığımız şey, şu üç tane prensibi formüllerle yazmaktır Ama ondan sonrasını çözemiyoruz, yani muhakeme silsilesini yürütemiyoruz, iyi mefhumlar seçmediğimiz için bir yerde tıkanıp kalıyoruz Bundan sonra bir takım kolaylıklar yapıyoruz Ama bu kolaylık ilim değildir
Bu kolaylık bir ressamın resim yapması gibi hususlardır Üzerinde şu önemli değildir, bu önemlidir diye hesapları kendi elimizde oynayarak o fotoğrafını almış olduğumuz şekle benzetmeğe çalışıyoruz Ve istiyoruz ki, daha önce fotoğraftaki şekil buradaki hesabın neticesi olarak meydana gelsin Neden böyle bir çalışma şekline giriyoruz, çünkü bu prensip ve kuralları ve kullandığımız kavramları çözmek için matematik bilgimiz yetmiyor Çünkü bizim içerisine girmiş olduğumuz yol çıkmaz bir yoldur Siz Batılıların bugün aya füzeyle gittiğine bakmayın, ilim sahasındaki çalışma itibariyle bir çıkmaz noktanın içerisine gelip saplanmıştır Batı Peki ne olacak? Şu çıkmaz yoldan kurtulmanın mümkün olup olmadığı meselesini görüşmek için, Müslümanlığın bu ilimlere nasıl baktığı meselesini, incelememiz gerekir
İlimde sıçrama noktaları, ilahi kaynaklıdır:
Bakın bu formüllere ve bu hesaplara Müslümanlar nasıl bakıyorlar? Bunun için önce bu batılı adamın birtakım fiyakalarla kullanmış olduğu şu formüllerin, bütün şu bilgilerin asıl sahibi kimdir? Önce bunu araştıralım Şu Batılılar ne biliyorsa getirsin hepsini üst üste yığsın karşımıza, “Ben şunları biliyorum desin Bunların hepsini üst üste koyalım; bunun bir boyu var, bir karıştır İşte onun bildiğinin hepsi bu kadardır Hepimiz iyi biliriz; insanların bütün bilgisini toplasak Cenabı Hakkın sonsuz ilmi karşısında denizdeki bir noktayı dahi tutmaz Onun için bu adamların böyle fiyaka yapmaları boş kuruntularıdır
O kulluğunu bilse, Cenabı Hakkın ilminin genişliğini takdir ve tasavvur edebilse, o pozların hiç birini yapmaz Cenabı Haktan sadece kendisine daha fazla ilim vermesini niyaz eder Şimdi bu bilginin gerçek sahipleri kimdir? Bu bilgi nasıl meydana gelmiştir? Bunu mutlaka incelememiz gerekir İnsanlığın bugün sahip olduğu bilgilerin hepsinin insanlık tarihinde bir biri üzerine eklene eklene meydana geldiğini biliyoruz Bugün elimizdeki yazılı vesikalar beş bin sene öncesine kadar gidiyor Ondan öncesine ait bir yazı olmadığı için acaba daha önce insanlar neler biliyorlardı? Bu hususta bir bilgimiz yok Onun için şimdi bugünkü durumdan geriye doğru gidelim ve insanlığın beş bin senelik tarihinde acaba ilim nasıl gelişmiş onu incelemeğe bakalım İlk insanı sıfır kabul edelim Beş bin sene önceki insan: taş devrinde, mağarada yaşıyor Ateş nedir henüz bilmiyor Yavaş yavaş öğreniyor Cenabı Hak insanlara zeka vermiş, akıl vermiş, birtakım nimetler ve faziletler vermiş, insan diğer mahluklardan farklı bir yaratıktır Diğer hayvanlar meselâ bir aslan, maymun vs muayyen kabiliyetlerle teçhiz edilmiştir Fakat insanlardaki zekâ bunlarda yoktur Meselâ bir insan; karşısındaki hayvana bir taş atacağı zaman bu taşın ne büyüklükte olması lâzım ki o hayvanı devirebilsin, bunu aklıyla takdir edebiliyor Hayvanlar ise karşısındaki düşmana ne büyüklükte ve ne atacağını akıl edemiyor Ama insanlar Allah’ın lütfettiği akıl gibi nimetler vermiş Bu nimetler sayesinde muhtelif şeyleri takdir etmeğe başlamış İnsanlık tarihinde bilgi bakımından mühim bir husus, ateşin öğrenilmesidir Belki insanlar yanardağların lavlarını gördüler; tahtaları ve taşları birbirine sürdüler, ateş yaktılar Bunun nasıl olduğunu bilmiyoruz Ama insanlık yavaş yavaş ateşi farkettiler Bundan sonra insanlar, muhtelif tarihlerde muhtelif şeyler öğrene öğrene bugüne kadar geldiler Bu arada ilk insanın bilgisini, ilk çağdaki insanın bilgisi olarak söylemekten çekiniyorum Çünkü Âdem (as)ın Allah tarafından eğitildiğine ve gerekli bilgilerle donatıldığına inanıyoruz Biz ilk insanlardan bahsediyoruz taş devrinde yaşayan insanların bilgisini konuşuyoruz
Acaba beş bin senelik insanlık tarihinde, ilk noktadan zamanımıza kadar insanlar bu günkü bilgilerini nasıl elde ettiler? İlk akla gelen izah, insanlar bu günkü bilgilerini; zamanla araştıra araştıra, merenleri çıka çıka elde ettiler, demek olacaktır
Fakat ilimler tarihinde yapılmış olan incelemeler gösteriyor ki, insanlar ilk seviyelerinden bugünkü bilgilerine; böyle basamak basamak muntazam bir mereni çıkarmış gibi gelmemişlerdir Bunu incelediğimiz zaman şöyle bir gelişme görüyoruz: ilk devrin insanları yavaş yavaş bilgi sahibi olmuşlardır Böylece bir yere gelmişler, bu yerden sonra birden bire bilgileri artmıştır Ondan sonra bu artış yine yavaş yavaş cereyan etmiş, ve tekrar bir noktaya gelip tıkandıktan sonra yine büyük bir gelişme yaşanmıştır Peki, ama insanlık tarihinde bilgilerin birden bire arttığı başlangıç nokta neresidir? İki tane mühim nokta var (B ve C noktaları) Nerelerdir bu yerler? Bugünkü ilimler tarihi diyor ki, insanlar bilgilerin artmaya başladığı birinci nokta Asrı Saadettir Bu nokta 7 asra rastlıyor Asrı Saadette insanların ilimleri birden bire artmaya başlıyor Nereye kadar gitmiş? (C) noktasına kadar gitmiş Burası miladi 14 ve 15 asır (Hicri 7 ve 8 asır)
Bu iki noktadan biri (B) Müslümanlığın ilmi bütün insanlardan teslim alıp inkişaf ettirmeğe başladıkları tarihtir Diğer nokta (C) Haçlı seferlerinden sonra, Rönesansta Avrupalıların ilimleri Müslümanlardan aldıktan sonra yürütmeğe başladıkları tarihtir Binaenaleyh insanlık tarihinde Asrı Saadetten Rönesansa kadar geçen yedi asırlık bir devir var ki, bu devirde bütün insanlığın ilimlerini, Müslümanlar inkişaf ettiriyor Araştırmalar gösteriyor ki, bugünkü mevcut bilgilerin en aşağı yüzde 6070 ini Müslümanlar inkişaf ettirmişlerdir Bu ne demektir? Bize poz yapan, şu karşımıza gelip de Müslümanları küçük görmeğe kalkan insanın, ilminin yarısından fazlasının sahibi Müslümanlardır O insanın bu tavrı takınması sadece bunları bilmediğinden dolayıdır Acaba hakikaten Müslümanlık devrinde, bu ilimlerin inkişafı bu derece yükselmiş midir? Bunun izahına geçmeden önce sizlere şu iki noktaya ait üçer hususiyet söylemek istiyorum Bakınız Asrı Saadette Müslümanların ilme yapmış olduğu hizmet nasıl olmuştur? Rönesansta Avrupalıların Müslümanlardan ilmi alışı nasıl olmuştur?
Batılılar, bilim hırsızlarıdır:
Bazı insanlar sadece, “Batı ilmi diye bir şey vardır, sizin bundan haberiniz yoktur demekle kalmazlar, ayrıca bazı İslâm düşmanı müsteşriklerin kendilerine öğrettikleri birtakım yanlış fikirlerle de doludurlar Ve bunlar: Müsteşriklerin şu sözlerini tekrar ederler: “Müslümanların ilme, aslında sizin büyüttüğünüz kadar hizmeti olmamıştır Onlar eski Yunanda, eski Hindistanda, eski Mısırda bulunan ilimleri almışlar, öğrenmişler, insanlık sevki tabiisiyle bunları da bir miktar inkişaf ettirmişler ve ondan sonra bu ilmin sahibi olan Avrupalılara getirip tekrar teslim etmişlerdir derler Bu külliyen yanlıştır Müslümanlar hakikaten eski Mısırlıların, eski Yunanlıların ve eski Hintlilerin ilimlerini inceleyip almışlardır Fakat bu alışta, üç mühim hususiyet vardır:
1) Bu ilmi, bu bilgiyi kimin kitabından aldıklarını açıklamışlardır Demişlerdir ki, “Biz Batlamyusun kitabında okuduk, biz Öklidin kitabında okuduk, böyle diyor; biz Pisagorun kitabında okuduk, şöyle diyor diye daima aldıkları kaynağı belirtmişlerdir Bilgi gaspına ve bilgi hırsızlığına tenezzül etmişlerdir
2) İslâm âlimleri bu eskilere ait kitapları okuyarak bilgilerini alırken, bunları ezbere almamışlardır Bunları hemen kabul de etmemişlerdir Bu bilgileri tashih etmişlerdir, düzeltmiş ve değerlendirmişlerdir
3) İslâm âlimleri Yunanlılardan, Mısırlılardan, Hintlilerden bazı ilmi alırken kendileri yüksek seviyede bulunup, aldıkları milletler aşağı seviyede bulunuyorlardı Yani aşağıdan yukarıya doğru almışlardır Buna mukabil Haçlı seferleri yayılıp da Avrupalılar Müslümanlarla temas ederek onlardan bir takım ilimler almaya başladıkları zaman da üç hususiyet göze çarpmaktadır:
(a) Avrupalılar bu ilmi kimden aldıklarını katiyen söylememişlerdir Müslümanların kitaplarını okumuşlar, fakat kimin kitabından hangi bilgiyi aldıklarını kendi kitaplarında zikretmemişlerdir Diğer Avrupalılar bu kitapları okudukları zaman, o adam bunu kendi yazmış zannetmişlerdir Böyle bir takım yanlış yere büyütülmüş insanlar var Avrupada Bizim kitaplarımıza bugün bu isimler gelip geçmiştir Biz bu prensipleri onların bulmuş olduklarını zannederiz Oysaki onlar bu prensipleri Müslümanların kitaplarını okuyarak almışlardır Acaba böyle midir? Bunların ispatı için size misaller arz edeceğim Yalnız önce şu hususiyetleri bitirelim
(b) Avrupalılar, Müslümanlardan ilmi alırken bu ilimleri anlamadan almışlardır Bizim bugün büyük gördüğümüz Avrupalı muhterem insanlar nasıl anlamazlar, nasıl olur efendim? Şimdi misaller vereceğim Hep beraber göreceğiz, anlamadan aldıklarını
(c) Avrupalılar, Müslümanlardan ilimleri alırken kendi seviyeleri bu ilimleri almaya müsait değildi Yani Avrupalılar, Müslümanlardan ilimleri alırken yukarıdan aşağıya almışlardır Müslümanlar yukarıdaydı, Avrupalılar aşağıdaydı Ne bakımdan Müslümanlar yukarıdaydı? Avrupalılar, bu ilimleri alırken önce lisanları bu ilimleri almağa müsait değildi Müslüman kitaplarındaki mefhumları kavrayamıyorlardı
14 asırda tercüme ettikleri bir kitaptaki mefhumları ancak 18 asırda anlamağa başlamışlardır Yani dört asır sonra Bazı ilimleri ise ancak beş asır sonra anlamışlardır
Muhterem kardeşlerim, özetle, Müslümanlar başkalarında ilmi alırken bunu kimden aldıklarını bildirmişlerdir Üstelik bu ilimleri, olduğu gibi almamışlar, yanlışlarını düzeltmişler, tashih etmişlerdir Bilgiyi aldıkları milletlerden daha yukarı seviyede idiler Ama Batılılar ise: Kimden ne aldıklarını zikretmemişlerdir Yani ilim hırsızlığı yapmışlardır Bu aldıklarını anlamak için de çok asırlar harcamak mecburiyetinde kalmışlardır
Şimdi biz, bunları burada aramızda rahatlıkla konuşuyoruz Fakat, asıl önemli olan İslâm düşmanı müsteşriklerin karşısında bunları konuşmak ve onlara bu meseleyi kabul ettirmek Onun için bu konuşmuş olduğumuz hususların hakikate uygunluğunu ispat etmek mecburiyetindeyiz
Müsbet ilmin kurucuları müslümanlardır:
Şimdi ortaya daha büyük bir iddia koyuyorum Diyorum ki, bugün Batılının ilmi dediğimiz Fiziği, Kimyayı, Matematiği, Astronomiyi, Tıbbı, Tarihi, Coğrafyayı ve hatta bugünkü ilimlerin hepsini Müslümanlar kurmuşlardır Bu tabiî çok büyük bir iddia… Fakat bu iddianın ispatına hazırız
Bakınız, meselâ en önemli gelişmelerden bir tanesi, Aya, yıldızlara gitme konusudur bugün, değil mi? Bu Aya, yıldızlara gitme konusu bizim astronomi dediğimiz yıldızlar bilgisine ait bir husustur Ve biliyoruz ki; astronominin kurucusu Müslümanlardır Size bunlardan sadece birkaç örnek vereyim: Meşhur İslâm âlimlerinden elBattanî isimli büyük bir astronomi âlimi, yani feza ilmi âliminden bahsetmek istiyorum ElBattanî kimdir? içinizde bilen var mı? Bizim kendi alimlerimiz maalesef bize öğretilmemiştir Çoğunuz Batlamyusun ismini işitmişizdir (Ptoleme veya Batlamyus diye) Çünkü maalesef bizim kitaplarımız, bu Batılı bilginlerin ismini yazar ElBattani’ye gelince ismini bile zikretmez Neden? Çünkü bizim kitaplarımız birtakım taraf tutan Batılıların kitaplarından tercüme edilmiştir Halbuki Pîtoleme (Batlamyus), nerede, elBattanî nerede? Bakın bunların arasındaki farkı size açıklamaya çalışayım: ElBattanî kendisinden önceki Mısırlı âlim Batlamyusun güneşin fezada bulunmuş olduğu yerden aynı yere tekrar gelmesi için, yani bir senelik bir zamanın geçmesi için; bizim bugünkü tabirimizle dünyanın kendi etrafında 260 defa dönmesi lâzımdır, dediğini, yani bir seneyi 260 gün zannettiğini görüyor ElBattanî, ise Batlamyusun düşüncesinde yanıldığını, bir senenin 365 gün, 5 saat, 46 dakika, 22 saniye olduğunu söylüyor Şimdi müsteşrikler, ve batı taklitçileri bize elBattanî ile Batlamyus arasındaki farkın basit bir fark olduğunu iddia edebilir mi? Şu görmüş olduğumuz rakam bugünkü en hassas ölçü aletleriyle yapılmış olan ölçüye nazaran bir senenin hakiki müddeti bakımından sadece 2 dakika ve 24 saniye kadar farklı bir miktardır ElBattanî, senenin uzunluğunu işte bu kadar hassas bir şekilde ölçüp ortaya koymuştur Peki, bir seneyi 260 gün zannetmenin ilmi seviyesi nerede, bir seneyi, saniyesine kadar bildirmenin derecesi nerede? Evet bu farklar, başka sahalarda da şimdi göreceğimiz gibi devam edecek Niçin? Çünkü Müslümanlar ilmi ellerine almış, bunları düzeltip hızla artırmıştır Bu tarihlerden sonra Batlamyus gibileri ise eski devirlerde ve çok gerilerde kalmış olan bir insan konumundadır
Eski Mısırlılar Akdenizin genişliğini, meselâ Mersinden İskenderiyeye kadar olan mesafeyi, bugünkü gerçek uzaklığının yirmide biri kadar zannediyorlardı Yani Ankara ile Konya’nın arası 260 kilometre Onlar Ankara ile Konyanın arasını 10 kilometre zannediyorlardı Ama iş İslâm âlimlerine gelince: Akdenizin hakiki genişliğini ilk defa ve en doğru biçimde ölçmüşlerdir Nasıl ölçtüler? Abbasiler devrinde Halife Memun, “Ben Akdeniz bölgesindeki Müslüman toprakların kadastrosunu çıkartmak, herkesin hakkını ve sınırını tespit etmek istiyorum Bana bütün Akdeniz boyundaki İslâm diyarlarının ölçülerini kesin olarak çıkartıp getireceksiniz dedi ve bu işi âlimlerine vazife olarak verdi İslâm âlimleri o zamanki imkânlara göre Akdenizin genişliğini ölçmek için şöyle bir yol takip ettiler: Akdenizin kenarında sahilde kurulan bir şehirden ölçüye başladılar Yüksek bir tepenin üstüne çıkıyorlar, o tepeden itibaren görebildiği kadar, ileriki mesafeye bakıyorlar Sonra çıkmış olduğu tepenin denizden yüksekliğini ölçüyorlar… O zamanki aletlerle güneş batarken bulundukları tepeden aletlerle aradaki açıyı hesap ediyorlar Daha açık bir misal üzerinde konuşursak, meselâ Konyada bir tepeye çıktık Bakıyoruz, Kulu kasabasında güneş batıyor Güneşin orda kaç derecelik bir zaviye ile battığını hesaplıyoruz Ardından bulunduğumuz tepenin yüksekliğini ölçüyoruz Bu yüksekliği ve bu zaviyeyi belirledikten sonra aradaki mesafeyi matematikle buluyoruz Yani Kulu’dan Konya’ya kadar olan mesafeyi hesaplıyoruz Nasıl yapıyoruz? Sırf bunu hesaplamak için bizim bugün trigonometride kullandığımız sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant mefhumlarını icat ederek hesaplıyoruz Bu mefhumları ilk defa bulan Halife Memun zamanındaki Müslüman âlimlerdir Bunlar bu mesafeyi hesaplarken karşısındaki açının sinüs ve kosinüsünü hesaplıyor ve bu hesaplar vasıtasıyla mesafeleri ölçüyorlar Buradan gidiyor, Kuludaki tepeye çıkıyor; oradan da Ankara istikametine bakıyor Ara yerdeki mesafeyi ölçüyor, böylece tepelere çıka çıka şehirler arasındaki mesafeleri ölçe ölçe Akdenizin bütün uzunluğunu hesaplıyor Bu suretle bulmuş oldukları uzunluk; Akdenizin bugün bildiğimiz uzunluğunun ta kendisidir Eski Mısırlıların Akdenizin uzunluğunu bugünkünün yirmide biri kadar zannetmelerine rağmen, Müslüman âlimleri işi ele alınca o günkü imkânsızlıklara rağmen, hakiki mesafeyi hesaplayabiliyorlar
Şimdi bu “sinüs meselesine gelelim Trigonometri okuyan nispeten yaşlı kardeşlerimiz, ağabeylerimiz burada bilirler ki, eskiden trigonometri dersi okunurken sinüs, kosinüs kelimeleri yerine “ceyp, taceyp kelimeleri kullanılırdı Bizim otuz sene önce yazılmış lise kitaplarında bunlar ceyp, taceyp olarak geçer Ceyp kelimesi arapça bir kelimedir İlk defa halife Memun zamanındaki Müslüman âlimleri mesafe ölçerken bu kelimeyi kullanmışlardır Bu uzunluğu o zamanki insanlar “cebe benzetmişler ve buna bizim türkçede cep demek olan ceyp demişlerdir Hesaplarında, kitaplarında “ceyp aşağı, ceyp yukarı diye bir sürü hesaplar yapmışlardır Şimdi bu kitapları Haçlı seferlerinden sonra Avrupalılar almışlar, bakmışlar ki, bunlar Akdenizin genişliğini fevkalâde doğru bir şekilde ölçmüşler Ama Bunu nasıl yaptıklarını ve hesaplamalarda kullandıkları ceyp gibi tabirleri anlamamışlardır Bu hesapları hiç anlamadan lügatı açmışlar, Arapçadaki ceyp kelimesinin Lâtince karşılığı olan (sinüs) kelimesini kullanmışlardır Avrupalılar buna (sinüs) dedikleri için, biz de her şeyimizi Avrupalılardan aktarmağa kalktığımızdan, bugün kendi mekteplerimizde kendi bulduğumuz ilimlerin adlarını onların anlamadan kullandıkları kelimelerle okutuyoruz Onun için sinüs, kosinüs tabirlerini kullanıyoruz Hâlbuki bunları bulanlar Müslümanlardır Malın sahibi Müslümanlardır Avrupalı bizden bunu anlamadan almış, bizde yine anlamadan onlardan alıyoruz

Matematik, cebir, geometri Müslümanların malıdır:
Elbette Müslümanların yaptıkları sadece bunlardan ibaret değildir Müslümanlar bugünkü coğrafyada bildiğimiz arz daireleri arasındaki mesafeleri ölçmüşlerdir Halife Memun zamanında, Harran ovasında, bizim Türkiye’de bulunan bir kaza ile Irakta bulunan diğer bir şehir arasındaki mesafelerin fiilen ölçülmesi ve mesafelerde güneş bölgelerine ait yapılan hesaplarla tespit edilmiştir Arz daireleri arasındaki miktar bugünkü bilgilerimize göre 111000 kilometredir Daha Halife Memun zamanında bunun 111000 km olduğu hesaplanarak ortaya konulmuştur
Ve yine Müslümanlar, bu ilimler arasında sinüs, kosinüs vs bulduktan başka bunların tablolarını da yapmışlardır Sinüs cetvelini bugün mekteplerde kullanıyoruz Hattâ bu cetvellerin çokları tercüme edilmiştir Tercüme edilen kitaplara bakarsak, İngilterede, Fransada, Almanyada basılmış kitaplardır Ve biz zavallı insanlar olarak bugün zannederiz ki bu kitapların içindeki hesapları ilk defa yapanlar Avrupalılardır Hâlbuki ilk defa trigonometri cetvellerini Müslümanlar hazırlamışlardır Hem de öylesine hassasiyetle ki Büyük Müslüman âlimlerinden Horasanlı Gıyasettin Cemşîd, “RisâletülMuhitiyye adlı kitabında bir derecenin sinüsünü ilk defa hesaplamışlardır Şimdi tekrar karşımıza Avrupalıyı, hususiyle müsteşriki alıp soralım: Siz diyorsunuz ki, Müslümanlar bu ilimleri Yunanlılardan ve Mısırlılardan aldılar Gösterin, Nerede Mısırlılarda sinüs mefhumu, nerede Mısırlılarda trigonometrik hesap mefhumu? Nerede Mısırlılarda sinüs bir derecenin kıymeti? Böyle şeyleri onlar bilmezler Ama Gıyaseddin Cemşid, sinüs bir dereceyi bakın ne hassasiyetle hesaplamıştır: 0, 017 452 404 437 238 371 Takriben virgülden sonra 18 hane hassasiyetle sinüs bir dereceyi hesaplıyor Bugün bu hesabı elektronik makine ile yaptığımız zaman bir tek rakamı bile şaşmıyor Gıyaseddin Cemşîd, trigonometri cetvelini bu hassasiyetle oturup yapmıştır Nasıl yapmış? Onların bu işi nasıl yaptıklarını düşündüğümüz zaman akıllar duruyor Öyle metotlar karşısında, hayranlıktan başka bir şey duymak mümkün değildir
Keza bugün yine Avrupalılara “pi sayısının kimin tarafından bulunduğunu sorsak, efendim pi sayısını eski Yunanlılar bulmuşlar derler Hayır, pi sayısını ilk defa bulan ve pi sayısının rakamlarını hassasiyetle hesaplayanlar yine Müslümanlardır Ve yine Gıyaseddin Cemşîdin Risâletül – Muhitiyye adlı kitabından bu hesabı sizlere veriyorum Gıyaseddin Cemşîd pi sayısı için şu rakamları veriyor; 3,141592635589743 yani virgülden sonra 15 hane hassasiyetle pi sayısını doğru olarak hesaplıyor Bugün elektronik makinelere hesaplattığımız zaman bunun hiçbir rakamının yerinden oynatamıyoruz Çünkü asrı saadet gelmiştir, insanların ilmi, Müslümanların eline geçmiş ve ilim, asıl ilim olmağa başlamıştır
Müslümanlar sadece trigonometri ve astronomi ilimlerini kurmakla kalmamışlardır Müslümanlar bugün okuduğumuz “cebir ilmini kurmuşlardır Müslümanlar bugün gördüğümüz bütün matematiğin esaslarını ortaya koymuşlardır Bakın, bizim karşımıza gelip “Biz aya gidiyoruz, yıldızlara gidiyoruz, diyen insanlardan birine, şu hesabı nasıl yapıyorsunuz? dediğimiz zaman birtakım rakamlar yazacak… l,2,3,…9 gibi bildiğimiz rakamlara başvuracak Bu rakamların sahibi de Müslümanlardır Bu rakamların şekillerini Müslümanlar bulmuşlardır Avrupanın şu rakamları: Afrika ve İspanyadaki Batı Müslümanlarının kullandıkları rakamların aynısıdır Eski yazıda kullandığımız rakamlar ise Doğu Müslümanlarının kullandıkları rakamlardır Binaenaleyh Avrupalıların kullandığı rakamların sahibi dahi Müslümanlardır
Daha ileriye gidiyorum Karşımızda bizi hakir görme alışkanlığı içerisinde fiyaka yapan insanların; bütün hesapları yaparken kullanmış olduğu metotları onlara verenler de Müslümanlardır Nasıl olmuş? Bakınız, müsteşrik bize geliyor ve diyor ki, “Müslümanlar eski Hindlilerden, eski Mısırlılardan ve eski Yunanlılardan ilmi almıştır Tabiki iftira ediyor ve gerçeği çarpıtıyor Bu nasıl ilim alıştır ki, eski Yunanda rakamlar 60’tan daha büyük değildir Zira eski Yunanlıların kaç tane harfleri varsa o kadar da rakamları vardır Yani harfleri bitiyor, rakamları da bitiyor Hâlbuki Müslümanlar geliyor ve diyor ki, “bizim geniş ufkumuza sizin basit kalıplarınız kifayet etmez Biz yeni bir rakam sistematiği getireceğiz Ne getireceksiniz? Cevap olarak diyorlar ki, biz her türlü sayıyı ifade edecek bir rakam sistemi getireceğiz Meselâ biri ele alalım Bunu şöylece, (1) işaretiyle ifade edeceğiz Bunu böyle yazar önüne bir nokta koyarsanız bu o zaman (10) olacak; iki tane nokta koyarsanız (100) olacak; üç tane nokta koyarsanız (1000) olacak, deyip bugünkü “aşarî (onluk) sistem dediğimiz sistemi icat ediyorlar
Bu sayede sonsuz sayıyı ifade etmek mümkün oluyor Dahası var Bu aşarî (onluk) sistemi getirmek ve geliştirmek suretiyle bugünkü toplama çıkarma ve bölmenin de prensiplerini koyuyorlar Hâlbuki eski Yunanlılar toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeleri yapamazlardı Çünkü onların rakam sistemleri buna müsait değildi Bu çeşit toplama ve çıkarmaları yapmak için çubuklarla çalışırlardı Muhtelif boylarda çubukları uç uca eklemek suretiyle hesap yaparlardı Nihayet Müslümanlar bunların yaptıklarını incelediler Çok yetersiz bulup bu aşarî sistemi getirdiler Bu ondalık sistem insanlığa yapılan ne büyük hizmettir ve ilme en büyük katkıdır
Müslümanlar sadece “her şeyi size veriyoruz ama, yalnız şu bizim ondalık sisteminizi verin deseler, ortada Avrupaya ait hiçbir şey kalamaz Fakat beyler geliyorlar, diyorlar ki, “bu sizin Müslümanlık dediğiniz şey gericiliktir Hay hay biz bu gericiliğe razıyız, yalnız bizim mallarımızı bize geri verin, çıkın bizim karşımıza da ilericilik diye “biz artık ondalık sistem kullanmayacağız deyin Yeni bir hesap metodunu getirin de görelim sizi Bu çeşit hesap metotlarını getirmiş ve bu çeşit ilimleri insanlığa hediye etmiş olan Müslümanlardır Ama biz kendimizi tanımıyoruz
Bunun gibi Müslümanların yaptıkları, Müslümanlar cebir ilmini de bulmuşlardır Nedir bu cebir ilmi dediğimiz? Cebir ilminin kelimesi elCâbir adlı İslâm âliminden geliyor Avrupalılar da buna elCâbir demeğe dilleri dönmediği için, bunun okunmasını, beceremedikleri için elCâbir adını elGebra diye okurlar ve bugün İngilterede Almanyada basılan bütün cebir kitaplarının üzerinde elGebra demek suretiyle elCâbirin adına izafeten bu ilmi liselerde cebir diye okuyoruz Kim bulmuş bunları? Elbette Müslümanlar bulmuştur Peki, ne yapmıştır bu Câbir? Câbirin yaptığı şu: Eski Yunanlıların ve Hindlilerin yaptıklarını incelemiş Ama müsteşriklerin dediği gibi onlara sahip çıkmamış Ya ne yapmış? Onların inceledikleri hususlara bakmış, bir takım cebir meselelerini üçgenlerle, hendesi şekillerle yaptıklarını görmüş Çünkü cebir ilmi eski Yunan’da, Mısır’da ve eski Hitte yoktu Câbir birtakım büyüklükleri harflerle göstererek bugünkü cebirin esaslarını ortay koymuştur Bugün bizim karşımıza geçip de fiyakasını yaptıktan bu ilmin sahibi de Câbir’dir… Yani cebrin sahibi de Müslümanlardır Bir eşitliğin iki tarafına aynı miktar ilâve edilirse, çıkartılırsa, çarpılırsa veya bölünürse bu eşitlik kafiyen bozulmaz diyen Câbirdir Câbir ne yapmış? Birinci derecedeki denklemlerin ve ikinci dereceden denklemlerin çözümünü vermiş kitabında… Daha da ileri gitmiş…
Aynı zamanda üçüncü derece denklemlerinin çözümünü vermiş, ayrıca karekök de okuyan talebelerimizin çokları üçüncü dereceden denklemi çözemezler Fakat Câbir yani Müslümanların ilimleri ilerlettiği devrin büyük bir âlimi olan elCâbir, üçüncü dereceden denklem çözmeyi göstermiş ve hem de bütün bunların yanında küp kök almayı da göstermiştir Bunlar öyle büyük mesafelerdir ki, bu mesafeleri eski basit vaziyetinden alıp da götürmek ancak Müslümanların ferasetiyle olmuştur Efendimiz (sav) buyuruyor ki: “Müminin ferasetinden korkun Onlar Allahın nuruyla bakarlar bu bakış sadece manevi sahada olmamıştır, maddi sahada da olmuştur, İslâm âlimlerinin bu ilimlere getirdikleri disiplinleri incelediğimiz zaman aklımız durur Bunlar bu büyük otoriteyi, bu büyük disiplini nasıl kurmuşlar, diye hayret edersiniz Çünkü eskiden çubuklarla, şekillerle bu meselelerin çözülmesi nerede? Bu gün on asır geçmesine rağmen hâlâ Câbirin getirdiği ilmin yerine daha iyisini getirmek mümkün olmamıştır Hadi ilericilik yapın da görelim sizi…
Şu bizim cebirde kullandığımız “sıfır mefhumunu da Müslümanlar getirmişlerdir Bugünkü cebirin en yüksek kısımlarını gösteren limit hesapları vardır
Müslümanlar ayrıca “logaritmayı bulmuşlardır Bugün logaritma dediğimiz cetvelleri ve logaritma mefhumunu ilk defa bulan elHarzem adlı İslâm âlimidir

Fizik ve kimya ilmini Müslümanlar kurmuşlardır:
Müslümanlar bütün bu riyaziyeyi kurmakla kalmamışlar, ayrıca tarihi, fiziği, kimyayı kurmuşlardır Peki, Müslümanlar fizikte ne yapmışlardır? Müsteşrikin dediği gibi eski Yunanlı bilginlerin söylediğini hemen almamışlardır Bir misalle anlatayım: Bugünkü fiziğin kurucusu İbni Heysemdir Kimdir bu İbni Heysem desem, tabiî maalesef hiç birimiz tanımıyoruz, dersiniz, içimizde çoğumuz lisede ve yüksek okulda okuduk Fakat İbni Heysemin adı dahi bize öğretilmedi Ama İbni Heysem fiziğin kurucusu, fiziğin babasıdır, İbni Heysem ayrıca bu günkü atom ve molekül nazariyesini getiren insandır, İbni Heysem bu atom ve molekül nazariyesine istinaden kırılma kanunlarını bulup getiren insandır Eski Yunanlılardan meselâ Öklit; kırılma kanunu olarak demiş ki, bir prizmadan ışık kırılarak öbür tarafa geçer, Öklite göre ışık prizmanın bir taraftan öbür tarafına geçerken ışığın hızı kesilir ve bu kesilmiş olan hız aradaki açılarla orantılıdır İbni Heysem, Öklitin yanlış düşündüğünü, aslında açıların kendileriyle değil, sinüsleriyle orantılı olduğunu ileri sürüyor Bu hızların kırılması bu malzemelerin yoğunluklarıyla orantılıdır, diyor Ve bu malzemelerin içerisindeki molekül nazariyesine istinaden bu hesapları yapıp ortaya koyuyor
Kimya ilminin kurucusu da yine Müslümanlardır Câbir b Hayyan kimyanın kurucusudur O ilk defa atomun parçalanabileceğini söyleyen insandır, ikinci hicrî asırda yaşamış büyük bir âlimdir Hemen Asrı Saadet’ten sonra kimya ilmine ait incelemeleriyle bilinen Câbir b Hayyan muazzam bir insandır Atom nazariyesini ortaya koymuştur Câbir b Hayyan bugün bize kimya derslerinde okutulan Lavoisier prensibini koymuştur Newton prensibini koymuştur Kaç asır önce? Avrupalılardan takriben on asır önce Câbir b Hayyan 8 asrın insanı Hâlbuki Newton prensibinden ancak 19 asırda Avrupada bahsedilmiştir Câbir b Hayyan yerçekimi kanunları koymuştur Nereden biliyorsunuz? Yakında Almanyada 4 ciltlik bir kitap basılıyor Câbir b Hayyanın kitabının fotokopileriyle yayınlanacak O kitabın içerisinde herkes bilmeye ve görmeye başlayacak Avrupalılar Câbir b Hayyanın kitabını 14 asırda tercüme etmişlerdir Ama ancak 16 asırda ne olduğunu anlamışlar ve böylece Lavoisier prensibi ortaya çıkmıştır 17 asırda diğer söylediklerini anlamışlardır Gay Lussac prensibi ortaya çıkmış Ve 19 asırda cazibe prensibini anlamışlar, böylece Newton prensibi ortaya çıkmış Ama bunları Câbir b Hayyan on asır önce ortaya koymuştur Câbir b Hayyan bütün ilim tarihinde ilk defa laboratuar kuran ilim adamıdır, ilk defa müşahede ve deney metodunu ilme getiren insandır Hattâ kendi laboratuarında ilk sunî hücreyi yapmış insandır ki Avrupalı bugün dahi onun seviyesine ulaşamamıştır Tabiî buraya gelince aklınız durur Ama Câbir b Hayyan Hicrî 2 asırda kimya ilmini bu noktaya getiren insandır Bugün Almanyada Câbir b Hayyanın eserleri üzerinde doktora çalışmaları yapılıyor Fakat maalesef biz kendi insanlarımızı, bulmuş olduğu ilim dallarını Batılılardan aldığımız için ve Batılılarda Müslümanların kitabını kendilerine aktarırken isim zikretmedikleri için, kendi büyüklerimizin farkında değiliz

Tarih, coğrafya ve sosyoloji bilimlerini
Müslümanlara borçlulardır:
Müslümanlar, tarihi bulmuşlar, coğrafyayı kurmuşlardır Eskiden tarih hikâyelerden ibaretti, ilk defa İbni Haldun “Mukaddimesinde tarihin bir hikâye ilmi olmadığını, bütün insanların, milletlerin yaşayışlarını sebepleriyle, neticeleriyle inceleyen, bunların tahlilini yapan bir ilim olduğunu belirtti ve ilk tarih kitabını yazdı Ve yine ilk defa coğrafya haritasını çizen Müslümanlardır Hatta Amerikanın keşfi ilk defa Müslümanlar tarafından yapılmıştır Müslümanların haritalarında Amerikanın mevcudiyeti gösterilmekte idi Biz biliyoruz ki, Amerikayı Kristof Kolomb keşfetti Neden böyle biliyoruz? Çünkü biz bilgilerimizi Avrupalılardan aktarıyoruz da ondan Bakın Kristof Kolomb hakkında yeni yapılan tetkikler neleri gösteriyor: Kristof Kolomb Venediklidir Yani ticaret gemileriyle İslâm alemiyle en fazla temasta bulunan bir yerden Kitaplar daha ziyade Venedikte, Cenevizde tercüme edilerek Avrupaya intikal etmiştir Kristof Kolomb Venedikte Müslüman kitaplarından “batıya doğru gidildiği zaman, yeni kıtalara rastlanacağını okumuş ve öğrenmiştir Bundan dolayı kendisi de bu işi merak etmiş ben de gidip bunu göreyim, demiş ve ilk defa Atlantik’e açılmak cesaretini göstermiştir Kristof Kolomb Atlantikte aylarca gidiyor fakat bir türlü karaları bulamıyor Hattâ öyle bir noktaya geliyor ki, gemisinin içerisindeki insanlar bunaltıdan dolayı isyan etmeye kalkıyorlar Geri döneceğiz diyorlar Sen bilmediğin yere bizi götürüyorsun, bunun sonu çıkmaz diyorlar Yapılan tetkikler gösteriyor ki, o gemide bulunan bazılarının hatıra defterindeki notlardan anlaşıldığına göre Kristof Kolomb şu sözleri söyleyerek isyanı bastırıyor: “Öğle çıkışmayın, böyle söylenmeyin Ben devamlı olarak Batıya gidildiği zaman yeni karalara rastlanacağı fikrini ve bilgisini Müslümanların kitaplarından okudum Bu karaya mutlaka varacağız Çünkü Müslümanlar yalan ve yanlış söylemezler Ve nitekim sabrediyorlar, devam edip gidiyorlar Nihayet Amerika kıtası karşılarına çıkıyor

Batı, taklitçi ve kopyacıdır:
Müslümanların tarihe, coğrafyaya, fiziğe, kimyaya, matematiğe, cebire yapmış oldukları hizmetin ardı arkası gelmez Bundan dolayı bu ilimlerin yukarıya doğru fışkırmasında Müslümanların büyük rolleri olmuştur Avrupalılar bu ilimleri nasıl aldı Müslümanlardan? Biraz da bu noktaya gelelim: Avrupalılar Haçlı seferlerini yaptılar ve Müslümanlardan bu ilimleri yavaş yavaş kendi lisanlarına tercüme edip öğrenmeye başladılar Fakat başlangıçta ne olduğunu anlayamadılar Fransızlar muhtelif seferler yapıp İspanya’da bir takım İslâm şehirlerini zapt ettikleri vakit bu şehirlerdeki İslâm âlimlerinin çalışmalarının ne olduğuna akılları ermek şöyle dursun, bu kitapları toplattılar ve yaktılar Yalnız Kurtuba şehrinin meydanlarında otuz bin adet kitap yakılmıştır Hülâgu Bağdatı istila ettiğinde Bağdat kütüphanelerindeki kitaplar, Bağdattan gecen Dicle ve Fırat nehirleri üzerine atıldığı zaman, bir hafta sürmüş kitapların akışı Fransızlar İspanyayı işgal ettikleri zaman İspanya’daki birçok İslâm merkezinde bulunan rasathanelerin ne olduğunu uzun müddet anlayamamışlardır
Ve sonra bunları anladıktan zaman Müslümanlara karşı büyük hayranlık duymuşlardır O kadar ki daha iki asır öncesine gelinceye kadar Paristeki Sorbon Üniversitesinde ders veren profesörler kürsüye Müslüman hocaların kıyafetiyle, sırtlarında cübbe, başlarında sarıkla çıkıyorlardı Çünkü ilmi bu insanlar yapmışlardı, ilim adamı olmak için bu kisveye girmek lâzım diyorlardı Avrupanın İslâm ilimlerine karşı hayranlığı sadece iki asır öncesine kalmış değildir Bugüne kadar devam edip gelmiştir

Batılılar, temizliği ve sosyal düzeni
müslümanlardan öğrenip almışlardır:
Avrupalı içtimai hayatın birçok örneklerini de Müslümanlardan almıştır Sırası gelmişken başka bir vakayı arz edeyim Bir gün Almanyada Düsseldorf şehrindeki bir iktisat müzesini geziyordum Bu müzede çeşit çeşit bölümler var Öyle hazırlanmış ki alt katında ev banyolarının zamanla inkişafı gösterilmiştir Yukarı katta mesela arabaların inkişafı gösterilmiştir Onun üstündeki katta tayyarelerin inkişafı gösterilmiştir Yalnız tayyarelerin inkişafı için bütün bir salon tahsis edildiği halde, ev banyosunun inkişafını gösteren kısım bunun yanında çok küçük kalmaktadır Neden? Çünkü Avrupa’da ev banyosunun tarihi yok Çünkü onlar eskiden yıkanır değillerdi Niçin yıkanır değillerdi? Müzenin banyolar kısmının duvarına şu sözler bulunan levha asılmıştı: “Almanların meşhur filozofu Goethe bir gün banyo yaparken gözü takvime ilişti ve baktı ki, daha önceki en son yıkanışı tam bir sene önce imiş Çok affedersiniz bugün bizde sosyetik olanlar yatağın yanına konan dolaba komidin derler Ne dolabı bu komidin? Biz bunu Avrupalılardan almışız Komidinin lügat manası (çok affedersiniz) içerisine lâzımlık konan dolap demektir Niçin böyle? Çünkü Avrupalı yıkanmayı bilmez, yüznumarayı da bilmez Nitekim Fransadaki Versay sarayında yüznumara yoktu Bu saraya yabancı elçiler öğleden sonra kabul edilirlerdi bir asır öncesine kadar Niçin? Çünkü sabahleyin yüznumara noksanlığından hasıl olan kokular elçilerin gelmesine mani idi Müslümanlar bütün insanlığa sadece bu müsbet ilimleri vermekle kalmamışlar, insanlığı edep ve ahlakı da getirip vermişlerdir Bugün Avrupada gördüğümüz temizlik Müslümanlardan alınmış bir husustur Onun için bugünkü bir Avrupalının Müslümanların karşısına çıkıp da fiyaka yapmağa, pozlu vaziyetler takınmağa hiçbir hakkı yoktur Müslümanlar Batılıların üzerindeki hakkını isterlerse, çırılçıplak bir zavallı olarak orta yerde kalırlar Çünkü kafasındaki ilmin, sırtındaki elbisenin ve her türlü içtimai hayatın prensiplerini Müslümanlardan almışlardır Müslümanlık insanlığa hem maddi, hem manevi ilimleri getirmiştir Avrupalılar bu ilimleri anlamadan aldılar Fakat uzun asırlar boyunca bunları yavaş yavaş anlamaya başladılar Kendiliklerinden bir şeyler yapmak istediler Bugünkü tıkanık noktaya geldiler kaldılar Bu tıkanık noktadan ileriye gitmeye de güçleri yetmez Niçin güçleri yetmez? Çünkü yukarıda belirtilen mefhumların yerine yeni mefhumlar getirebilmek için onların güçleri kâfi gelmez Ne olacak? Şöyle bir söz vardır: “İnsanlara temel bilgiler Peygamberler tarafından getirilmiştir Sadece manevi bilgiler değil, dinin, imanın, yapılacak ibadetlerin şekillerinin Peygamberler vasıtasıyla geldiğini biliyoruz Ama maddi ve müspet ilimlerin de Peygamberler vasıtasıyla gelmiş olduğunu hepimiz bilmeyebiliriz
Mesela gemicilik sanayiine ait temel fikirleri Nuh (as) getirmiştir Terziliği İdris (as), tıbbı İsa (as), sihirlere ait ilimleri Musa (as) getirmişlerdir Peygamberlerin bunlara benzer temel fikirleri getirmesiyle bu ilmî inkişaftan yapılmıştır İçinde bulunduğumuz âhir zamana ait bütün ilimlerin hepsinin temelini de Kur’anı Kerim insanlara getirmiştir Onun için bizim içinde bulunmuş olduğumuz devir, mutlaka Kur’anı Kerimin göstermiş olduğu yollar içerisinde kalmaya mahkûm bir devirdir

Batının ilmi tıkanıklığı, Kur’an nuruyla aşılacaktır:
Bugün biz feza asrında (uzay çağında) yaşadığımızı söylüyoruz Hâlbuki Kur’anı Kerimde fezaya ait ne kadar ayetler vardır Adeta bize, önümüzdeki dönemin feza devri olacağını söylemektedir Fakat biz bunun farkında değiliz Bütün bu ilimlerin temelleri Kur’anı Kerimde vardır Fezaya gidilmekle Kur’anı Kerim arasında ne münasebet vardır, deriz Burada muhtelif âyetlerin tefsirini yapacak değilim Yalnız bir noktayı açıklamak istiyorum, o da şu: Daha önce ifade edildiği gibi, muhtelif formüllerin sahibi Müslümanlardır Bu formülleri sıktığımız zaman yere düşen esans, üç damladan ibarettir Bu esansın ne olduğunu da onlar bilmezler Yeni mefhumlar bulmak lâzım Bu yeni mefhumların bulunması için insanların Kur’anı Kerimden ışık aşmaya ihtiyaçları vardır Efendim nasıl olacak? Bakınız bir arkadaşımızın bir makalesi vardır Kendisi on sene Amerikada profesörlük yapmıştır Geçenlerde mühim bir noktayı aktarmıştır Eski eserlerden bir tanesi eline geçmiş Bu kitap meşhur Yusuf Has Hâcibin “Kutadgu Bilig adlı şiir kitabıdır Yusuf Has Hâcib aslında büyük bir âlim Biz bu zata sadece bir takım manevi şiirler yazmış bir insan gözüyle bakarsak çok hata ederiz, Kutadgu Biligteki bir şiirde şunları yazıyor; bu riyaziye profesörü arkadaşımızda bu satırlara dikkati çekiyor: “Ey bir olan Tanrı, bir başkası sana şerik koşulamaz; başta, her şeyden evvel ve sonda, her şeyden sonra Sensin Yaratıcı varlığına yaratılmış olanlar şahittir Yaratılan iki, Birin hazır şahididir Şimdi bazılarımız bunu okuduğumuz zaman Cenabı Hakka ve Onun sıfatlarına ait yazılmış manevi bir şiir, sanıyor Halbuki, on sene riyaziye profesörlüğü yapmış olan arkadaşımız, ise bunu okuduğu zaman beyninden vurulmuşa dönüyor Niçin? Çünkü biz farkında değiliz Bu arkadaşımız ise tabiî sayılarla ilgili çalışmalar yapmış 1,2,3,… dediğimiz sayılar var ya, işte bu sayılara ait kitap yazmış Bu sayılar öyle sayılardır ki: önce bir birim varlığı kabul edilir, diğerlerinin hepsi onun tekrarıyla meydana gelir Bunların ezelde ebette sonu yoktur Matematikte “aksiyomlar dediğimiz bir takım konular vardır, İtalyan Peano beş sene uğraşmış, tabiî sayıların aksiyomunu hazırlamak için Bu profesör arkadaşımız da Peanonun kitabından bu bilgileri almıştır Tabiî sayıların aksiyomlarına bugünkü matematikçiler Peano aksiyomu diyorlar Şimdi bu matematik profesörü arkadaşımızın İslâm Medeniyeti adlı mecmuada yazdığı makalede: “Bu aksiyomları Peano beş senede zorla hazırlamış Yusuf Has Hacip ise, dört tane satırın içerisinde, Cenabı Hakkın birliğini ifade etmek için bir zekâ eseri gösteriyor, o zekâ eseri, Peanonun tabiî sayılar aksiyomunu ortaya koymak için gösterdiği zekâ eserinden bin kat daha keskin Ben kitabımı düzeltmek istiyorum Yusuf Has Hâcibin bu keskin zekâsı karşısında; hem Peanonun söylediklerini kabul ediyorum hem de bu aksiyomlara artık Peano aksiyomu diyemem Ben bu aksiyomlara PeanoYusuf Has Hacib aksiyonu demeğe mecburum Çünkü bu zekâ eserini Yusuf Has Hacib’in, Peano’dan dört asır önce getirdiğini fark etmiş bulunuyorum Buraya kadar Batıdaki ilmin bugün hangi noktaya gelip tıkandığını belirtmeğe çalıştım Şimdi bu son kısımda ise; bütün bunları toparlayıcı ve bizi neticeye ulaştırıcı bir hülâsa (özet) yapalım
Önce bir defa şu suali sormağa mecburuz: Acaba hangi sebepten dolayı bütün tarih boyunca ilim yavaş yavaş ilerlerken, Asrı Saadetle, birden bire bugünkü mânada hakiki ilim olmaya başlıyor? Bu devrim ve değişimin sırrının, insanlığa bu hızı ve heyecanı veren tılsımın kaynağı nedir? Bunun cevabını Kur’anı Kerim’den başka bir şeye bağlamak mümkün mü? Evet, insanların ilim sahasındaki bu büyük inkişafların tılsımı dünya ve âhiret saadeti getiren Kur’anı Kerim’den başka bir şey değildir Bugün Batıdaki ilimlerin gelip tıkandığı şu noktada ona Kur’anı Kerimin ışıklarıyla yol bulunabilir Onun için Kur’anı Kerim üzerinde inancı ve araştırması olmayan insan, müsbet bilim sahasında gerçek ilim adamı olamaz Burada Doğu ve Batının mukayesesini yapıyoruz bir bakıma Çok kıymetli bir mütefekkirimizin güzel bir benzetişi var Kendisi bir defa uzun bir konuşma yapmış, Batıdaki felsefeler ile Doğudaki İslâm âlimlerinin düşüncelerini hülâsa ettikten sonra şu suali sormuş, demişti ki: “Batıdaki felsefeleri size anlattım Görüyorsunuz hep birbirleriyle çatışmış ve çürütmüşler Descartes gelmiş, kendinden önceki bilmem falancanın nazariyesini nakzetmiş, yanlış düşünüyor demiş Arkasından bir başka adam gelmiş, hayır Descartes öyle söylüyor ama aslı şudur demiş Hasılı Batıdaki fikir ve düşünce silsilesi bugüne kadar hep birbirini tekzip ederek gelmişlerdir Doğudaki fikir silsilelerine baktığımız zaman ise bütün İslâm âlimleri birbirini teyid ederek, tasdik ve takviye ederek geliyor İmamı Azam Hazretleri, “Peygamber efendimizin buyurdukları gibi diye söze başlıyor Ashabı Kirâmdan birinin sözü nakledildiği zaman “falanca zatın rivayet ettiğine göre şeklinde eleniyor Muhyiddini Arabî hikmet ehli birbirlerini teyid ede ede konuşuyor Avrupalılar ise birbirlerini tekzip ede ede konuşuyor Şimdi soruyorum, dedi o arkadaş, eğer hakikaten mutlak bir hakikat varsa bu hakikat birbirlerini tekzip eden Batılıların arasında mı, yoksa birbirlerini teyid eden Müslümanlar arasında mıdır? Hakikat tekzip olunur mu? Ama Batılıların işleri güçleri hep birbirlerini hep tekzip etmek Bir hakikat var ise ki muhakkak vardır elbette İslâm âlimlerinin getirdiklerinin içindedir ilim âlemine yukardan bakış yaptığımız zaman Doğu ile Batının mukayesesinde manzara şudur: Batıdaki insan gözleri kapalı nereye gideceğini bilemiyor Elleriyle bir takım hakikatleri arıyor, tutuyor, fakat “herhalde bu değildir, diyor, öbürünü tutuyor, “bu da olmayabilir diyor Batıdaki ilim adamlarının hali budur Doğudaki ilim adamının hali bundan tamamen farklıdır Müslümanlar, ilim sarayının içine iman anahtarıyla giriyor Kur’anı Kerimden almış olduğu ilhamlarla onun her tarafını aydınlatarak dolaşıyor, öğreniyor, öğretiyor Bu itibarla gerçek ilim, bu devrin müsbet ilmi, Müslümanlar tarafından getirilmiş olan ilimdir Bizim karşımıza geçip de, Batıda şu vardır, bu vardır diye kimse konuşmasın Hem Müslümanlar, hem de Batılılar için tek çıkar yol İslâmlaşmaktır Bunu sadece hamd edeceğimiz imanımızdan dolayı söylemiyorum Müsbet ilimler sahasında senelerce çalışmış bir kardeşiniz olarak açıkça ilan ediyorum ki bütün müsbet ilimler gelmiş tıkanmıştır Bu tıkanıklıktan dışarıya çıkmanın yolunu, bütün her türlü maddî ve manevi düşünce sistemimle mutlak surette inanıyorum ki, ancak Kur’anı Kerimden almış olduğumuz ışıkla bulabiliriz
Sözlerimi şu âyeti kerimenin duasıyla bitiriyorum:
“Rabbim, benim ilmimi ve anlayışımı arttır ve beni salihler zümresine ilhak et
Prof Dr Necmettin Erbakan Hoca’nın 1969 yılında Verdiği bir konferansın Teyp bandı çözümüdür
Necmettinerbakanorg
ilimvebilimorg
 
Üst Alt