Son Konu

Reşat Nuri Güntekin (Reşat Nuri Güntekin Kimdir? - Reşat Nuri Güntekin Hakkında)

Forumdas

Editor
Katılım
6 Ara 2022
Mesajlar
7,544
Tepkime
15,298
Puanları
113
Konum
adana
Web
forumdas.com.tr
Credits
-90
Geri Bildirim : 0 / 0 / 0
Reşat Nuri Güntekin

Yeşil Gece
1928

Cumhuriyet dönemi Türk romanının en önemli isimlerden birisi de, hiç kuşkusuz Reşat Nuri Güntekin'dir. 1889 İstanbul doğumlu olan yazar, yüksek öğrenimini Darülfunun Edebiyat fakültesinde yaptıktan sonra 1931 yılına dek öğretmenlik, 1931-39 yılları arasında ise Milli Eğitim müfettişliği görevlerinde bulunmuş, 39-43 döneminde TBMMM"ye secilip, 7 Aralık 1956"da yaşama veda etmişti.
"Yeşil Gece"ye geçmeden önce, bugün, sinemaya ve TV"ye uyarlanan romanlarının yanında kendi adı neredeyse unutulmaya yüz tutan bu değerli yazarı biraz tanıtmak istiyorum: Edebiyat yaşamı 1918 de Cemal Nimet takma adıyla yazdığı ve Zaman gazetesinde tefrika edilen "Harabelerin Çiçeği" romanıyla başlar. Kısa bir süre sonra, 1922 de, bu kez Vakit gazetesinde yayınlanan "Çalıkuşu" romanı ile ünlendiğini görüyoruz. O yılların atmosferi düşünüldüğünde, -bu romanın merkezine oturmuş- Anadolu"da yaşamayı seçen idealist aydın Türk kadını tiplemesinin yaratttığı heyecan kolayca anlaşılabilir. Aslında, 1928 yılına, yani "Yeşil Gece"ye kadar, Reşat Nuri"nin yapıtlarında macera ve duygusal yönler ağırlıktadır. Ancak, bu ilk dönem romanlarında bile yeni kurulmakta olan devletin toplumsal sorunlarını gerçekçi biçimde gözlemekten geri kalmayan yazar, ikinci dönem romanlarında bütünüyle bozulan insani ilişkileri, ahlak ve moral değerleri ele alır(özellikle "Yaprak Dökümü"nde). En sona gelindiğinde ise -"Kavak Yelleri"- romanından yansıyan tam bir düş kırıklığı, Cumhuriyet ideolojisinin bir tür iflasıdır.
Öyküsü 1908-1923 yılları arasında geçen "Yeşil Gece", bir zamanlar başta Nazım Hikmet olmak üzere Türk solu tarafından çok övülmüş bir roman. Övgü, romandan çok Türk solunun düşünsel geri planı açısından önem kazanıyor. Çünkü, metinden yansıyan ideolojiye baktığımızda, Türk solu ile Kemalizm arasındaki, 60"lı yıllara dek uzanan ve paydasını ilerlemeci, modernist dünya görüşünde bulan akrabalık hemen farkediliyor. Ana fikrini; "Zatıaliniz şüphesiz zemin ve zamanı müsait bulmadığınız için şimdilik din ve devlete sadık meşruiyetperver Osmanlılar yetiştirmek gayesiyle iktifa buyuruyorsunuz. Bendeniz bir derece daha ileri gitmek, milletine sadık cumhuriyetperver Türkler yetiştirmek emelindeyim" cümlesinde bulan konunun kısa özeti; bir köylü çocuğu olan Şahin"in medrese eğitimini sürdürmek için gittiği İstanbul"da aydınlanarak öğretmen okulunu seçmesi, eğitimci olarak döndüğü bir Anadolu kasabasında softalarla dolaylı bir kavgaya tutuşması ve Yunan işgalinden sonra yaşadığı düş kırıklığı biçiminde aktarılabilir.
Kitabın temel sorunsalı, dinin toplumun gelişmesinde (aydınlanmasında) bir engel oluşu üzerine kurulu. Belki Marx"ın "din toplumların afyonudur" deyişinin etkisiyle, Reşat Nuri de kahramanının düşünce değişimini; "tarih kitaplarını okudukça anlıyordu ki, geçmiş zamanların da şimdikinden farkı yoktur. En eski tarihlerden beri din, zulme ve esada alet olmuştur" cümlesiyle özetler. Romanın en indirgemeci yanı, işte bu özette çıkıyor karşımıza. Bütün mesela dine indirgenince, doğal olarak kötü yobazlar ve iyi aydınlardan oluşan kurgusal karakterler kaplıyor metni.
"Yaban"a giden yolu, "Çalıkuşu" ve "Yeşil Gece"nin açtığını düşünüyorum. Yine de, Yakup Kadri"nin "Yaban"da anlattığı Ahmet Cemal"den daha organiktir Şahin öğretmen. Ya da, yine Yakup Kadri"nin "Ankara"sındaki ütopyalardan çok daha tutarlı bir umut sözkonusudur "Yeşil Gece"de. Ayrıca, sondaki süpriz, Reşat Nuri"nin Cumhuriyet"in geleceğine duyduğu şüphenin bir göstergesi, Kemalist devrimin sınırlarının çizilmesi olarak da okunabilir.
Roman içinde, Reşat Nuri, hem islam hem Türk kimliğinin birlikte barındırılmasının sorunlarından bahsediyor. Kendisiyle çağdaş olan A.Z.Kozanoğlu da, tarihsel romanlarında islama karşı Türk ulusu kavramını işliyordu. Ancak, Reşat Nuri"deki millet kimliği, dönemin gözde düşünce akımı Türkçülük ile hiç bir akrabalık göstermez. Hatta, yazarın Anadolu"daki etnik azınlığa duyduğu hoşgörü çok açıktır.
"Yeşil Gece"nin bendeki örneği, 1945 yılında Semih Lütfü Kitabevinden çıkan 2.baskısından alınma. 1928"deki aslına göre sadeleştirilip sadeleştirilmediğini bilemiyorum, ama, bu baskısı oldukça anlaşılır bir Türkçe ile yazılmış. Reşat Nuri"nin en önemli uslup özelliği olan karşılıklı konuşma ağırlığı hemen dikkati çekiyor. Gündelik yaşamdakine çok yaklaşan bir diyalog yapısını yakalayan yazar, karakterlerin iç monologlarını "bunun için babasına kabahat bulmaz, kim bilir ? kadın milleti bu.. Eksik etek. Ne kabahat etti ki babam terbiyesini verdi. Amma eceli gelmiş... Öldü... Ne yapalım?" tarzında kesik ve kırık dökük cümlelerle aktarıyor. Bu anlatım biçimi ve değişimleri, yazarın roman dili ile ilgili yeniliklerin peşinde oluşu yönünde ipuçları vermekle birlikte, klasik anlatımdan büyük bir kopuş görmüyoruz.
Reşat Nuri'nin, bu unutulmuş romanında -henüz 1928"de- altını çizdiği; "sarıklılar ile sarıksızlar arasındaki bu yabancılık gitgide artarak, onları bir daha anlaşmalarına ve birbirlerini sevmelerine imkan olmayan iki düşman fırkaya ayırırdı" biçimindeki toplumsal kargaşa, günümüzde şaşırtıcı biçimde sürüp gidiyor, ve "Yeşil Gece"yi güncelleştiriyor. Çağdaşı yazarların büyük bir bölümü, Anadolu"yu uzaktan, kendi hayal alemlerindeki gibi anlatıp ah, vah ederler, ya da yapay bir doğu-batı sorunsalı etrafında dolaşırlarken, Reşat Nuri Güntekin, sorunları yerli yerinde ve olduğu gibi anlatmayı başarmış bir yazar olarak, yalnız edebiyat dünyasını değil, Cumhuriyet dönemi ile ilgilenen diğer sosyal bilimleri de ilgilendiriyor.

25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ ni bitirdi (1912). Bursa’ da başladığı (1913) öğretmenlik hayatına çeşitli okullarda devam etti. Milli Eğitim müfettişi (1931), Çanakkale milletvekili (1933-43), Paris Kültür Ateşesi ve emekli (1954) oldu, kanser tedavisi için gittiği Londra’ da öldü. İstanbul’ da Karacaahmet Mezarlığı’nda gömülü.

Yazı hayatına Birinci Dünya Savaşı sonlarında (1917) başlayan, ilk eseri de Eski Ahbap (uzun hikaye) 1917’ de basılan Reşat Nuri, 1918’ de tiyatro eleştiri ve araştırmaları yayımlarken bir yandan da hikayeler (Şair Dergisi, 1918/19; Nedim Dergisi, 1919; Büyük Mecmua, 1919) yazıyordu. Çalıkuşu’ nun Vakit gazetesinde tefrikasıyla (1922) geniş bir ün kazandı. Çok hareketli bir eser olan Çalışkuşu’ nda Anadolu, ilk idealist ve aydın kızı Feride’ ye kavuştu, geniş ölçüde romana girdi. Bu roman az okumuş ve aydın, iki sınıfı da, doğal ve canlı diliyle kendine bağladı. Reşat Nuri’ nin hemen bütün romanlarında dekor olarak taşra kasaba ve şehirleri çevre, tip, çeşitli problem ve görüşleriyle Anadolu atmosferi görülür. Romanlarında sosyal ve hissi konuları işleyen yazar, küçük hikayelerinde bunların yanına mizahı da ekledi

Yazdığı, çevirdiği, kitap biçimine girmiş veya dergi, gazete sayfalarında, tiyatro repertuarlarında kalmış tüm eserlerinin toplamı yüzü bulur; bunlardan 19 tanesi telif romandır, 7 tanesi hikaye kitabı. Yazdığı, çevirdiği, uyarladığı, oynanmış, basılmadan kalmış oyunlarının sayısı roman ve hikaye kitaplarının sayısını da aşar. 7 Aralık 1956’da Londra’da öldü.

ESERLERİ

Hikaye kitapları: Tanrı Misafiri (1927), Sönmüş Yıldızlar (1927), Leyla ile Mecnun (1928), Olağan İşler (1930), vb.
Gezi yazıları: Anadolu Notları (ilk cildi 1936; ikinci cildi 1966).
Oyunları içinde en ünlüleri Balıkesir Muhasebecisi (1953) ve Tanrıdağı Ziyafeti (1955)’ dir. Bütün eserleri ölümünden sonra, eşi tarafından, bir külliyat halinde yeniden bastırıldı.

Romanları: Gizli El (1922), Çalıkuşu (1922), Damga (1924), Dudaktan Kalbe (1925), Akşam Güneşi (1926), Bir Kadın Düşmanı (1927), Yeşil Gece (1928),Acımak (1928), Yaprak Dökümü (1930), Kızılcık Dalları (1932), Gökyüzü (1935), Eski Hastalık (1938), Ateş Gecesi (1942), Değirmen (1944), Miskinler Tekkesi (1946), Harabelerin Çiçeği (1953), Kavak Yelleri (1950), Son Sığınak (1961),Kan Davası (1955),
Hikaye Kitapları: Tanrı Misafiri (1927), Sönmüş Yıldızlar (1927), Leyla ile Mecnun (1928), Olağan İşler (1930)
Gezi Yazıları: Anadolu Notları (ilk cildi 1936; ikinci cildi 1966)
Oyunları:Balıkesir Muhasebecisi (1953), Tanrıdağı Ziyafeti (1955)

HAKKINDA YAZILANLAR
Reşat Nuri Güntekin Türkan Poyraz – Muazzez Albek (Ankara, 1957)
Reşat Nuri Güntekin Hayatı, sanatı ve eserleri Muzaffer Uyguner (Varlık Yay;1967).
Romanıyla Reşat Nuri Güntekin İbrahim Zeki Burdurlu (İzmir Eğitim Ens. Yay., 1971)
Reşat Nuri’nin Tiyatro ile İlgili Makaleleri Prof.Dr.Kemal Yavuz Kültür Bakanlığı Y.
Reşat Nuri Güntekin’ in Romanlarında Şahıslar Dünyası Birol Emil (1984) adlı doçentlik tezi.


HAKKINDA YAZILANLAR

ÇALIKUŞU AİLESİ Cemal Kalyoncu
Aksiyon 20 Nisan 2002 s.385

Başta Çalıkuşu romanı olmak üzere eserleriyle Türk edebiyatının klasiklerine imza atanlardan biri olan Reşat Nuri Güntekin'in, hayatta olan eşi Hadiya Hanım ve kızı Ela Güntekin, Reşat Nuri'yi ve aileyi ilk defa Aksiyon'a anlattı
Çalıkuşu'yla beraber Anadolu'yu gezenlerimiz az değildir. Dudaktan Kalbe, Acımak, Akşam Güneşi, Kavak Yelleri ve Yaprak Dökümü'ndeki kahramanların sevinçleriyle sevinen, üzüntüleriyle hüzünlenen, hele Ateş Gecesi'yle bir insanın iç dünyasına yolculuğa çıkanlar oldukça fazladır. Reşat Nuri Güntekin sayısı 30'u aşan eseri ile çağdaş Türk edebiyatının öncülerinden biridir. Türkiye'de kitap okurlarından hemen herkes Reşat Nuri Güntekin'in eserlerinden birini okumuş, okumayanlar da filme alınmış eserlerinden birini mutlaka izlemiştir. Yani Reşat Nuri Güntekin, eserlerinde, beslendiği toplumdan kopmayarak halktan karakterlere yer verdiğinden okur nezdinde ilgiyle karşılanmış birisidir.

25 Kasım 1889 yılında İstanbul'da doğan Reşat Nuri Güntekin'in babası askeri doktor olan Nuri Bey'dir. Annesi ise Anadolu'da valiliklerde bulunmuş Çerkez Yaver Paşa'nın kızı Lütfiye Hanım. Nuri—Lütfiye çifti Reşat dışında Reşide adlı bir de kız çocuğu getirir dünyaya. Ancak Reşide çok genç yaşta vefat edecektir.

Reşat Nuri öğrencisi ile evleniyor
Askeri doktor Nuri Bey'in peşinde Reşat Nuri de Anadolu'nun bir çok yerini dolaşır. İlkokula Çanakkale İptidai Mektebi'nde başlar. Bir süre de sadece gayrimüslimlerin okuduğu İzmir Frere'ler Okulu'nda okur. Kızı Ela Güntekin anlatıyor: "Müslümanları almıyorlar oraya. Ancak babam bir gayrimüslim adıyla kayıt yaptırıyor. Bir süre sonra da hiç bir neden olmadan babası oradan alıyor ve 'Oğlum sen gez, dolaş. İnsanlara bak, doğayı tanı' diyor. Bunun üzerine babam köylere gidiyor, üzüm bağlarını dolaşıyor, insanlarla konuşuyor ve böylece başıboş bir yıl geçiriyor. Sonra babam bunu niye yaptı? diye aklına takılıyor. Farisice bilen, Arapça ve Fransızca büyük bir kütüphanesi olan babası, yani dedem de utana sıkıla 'Ben seni Rousseau'nun Emil'i gibi yetiştirmek istedim' cevabını veriyor ona." Reşat Nuri'nin yazar olmasında bu hadisenin önemli rolü olmuştur herhalde: "Bu olay babamı, birtakım olayları düşünmeye, izlemeye yöneltmiştir diye düşünüyorum." Reşat Nuri daha sonra İstanbul'a gelir ve Saint Joseph'ten mezun olur. 1912'de Darülfünun Edebiyat Fakültesi'ni bitirir. Bir yıl sonra da uzun yıllar sürecek öğretmenliğe ilk adımını Bursa Sultanisi'nde Fransızca öğretmenliği yaparak atar. İstanbul'a döner, Vefa ve Erenköy Lise'lerinde müdürlük, Kabataş, Galatasaray, İstanbul Erkek Lisesi ile Çamlıca ve Erenköy Kız Liselerinde de 1931 yılına kadar Türkçe, edebiyat ve felsefe dersleri başta olmak üzere çeşitli dersler verir. 1917'den itibaren eserleri gazetelerde tefrika edilen Reşat Nuri Güntekin 1927 yılında da, Erenköy Kız Lisesi'nden yeni mezun olan öğrencisi Hadiye Hanım ile evlenir: "Annemin sesi çok güzelmiş. Okul idaresi eğitim için yurt dışına göndermeyi düşünmüş ama annemin babası izin vermemiş. Annem parıltıları olan bir kadın. Okusaydı iyi bir yere gelebilir ya da iyi bir opera sanatçısı olabilirdi." Hadiye Güntekin, sıtma konusunda yapmış olduğu mücadeleleri ile bilinen İzmitli Dr. Feyzullah İzmidi'nin torunudur: "Hiç birikimi olmayan bir adamın gidip burjuva ailesinin kızıyla evlenmesi sıradan bir şey değil. Babam halk adamı ama kendisini yetiştirmişti."

Feyzi Paşa ailesinin diğer fertleri soyadı kanunundan sonra 'paşaoğlu' dememek için Generalfeyzioğlu soyadını alır. Aileden Erol ve Feyzi iş adamı olur. Reşat Nuri'nin kayınpederi, yani Hadiye Hanım'ın babası ise damadının Güntekin olan soyadını alacaktır. Bugün 94 yaşında olan Hadiye Güntekin ise, eşiyle beraber son yıllarını geçirdiği Levent'teki, duvarları kocasının resimleriyle dolu evinde yaşamaya devam etmektedir.

Yazar, büyükelçi ve milletvekili Ruşen Eşref Ünaydın'ın teyzesinin oğlu olan Reşat Nuri Güntekin, 1931'den 1939 senesine kadar Milli Eğitim müfettişliği yapar. 1939'da ise milletvekili seçilerek Çanakkale'yi temsilen bir dönem Meclis'te bulunur: "Parti (CHP) adına Çanakkale'ye gidip teşkilatın düzensizliğini rapor ederek Çanakkale'nin CHP için elden gitmekte olduğunu anlattığı bir belge geçmişti elime. Ama babamın aktif bir siyasi hayatı olduğunu düşünmüyorum." Piyes de yazan Reşat Nuri Güntekin milletvekilliğinden sonra 1947 yılına kadar Milli Eğitim Başmüfettişliği yapar. Bundan sonra 1954'e kadar da Paris Kültür Ataşeliği görevinde bulunur. UNESCO'da Türkiye Temsilciliği ve talebe müfettişliği onun son resmi görevidir.

Ela kızla yapılan yürüyüşler
Güntekin çifti evliliklerinin üzerinden uzun süre geçtikten sonra çocuk sahibi olur. 1941'de doğan tek çocukları için Reşat Nuri kızının hatıra defterine bakın neler yazmıştır: "11 Mart 1951, Ela kızım, ben çocukken, senin yaşında iken, gökyüzündeki aya bakardım, 'Ay dede ay dede, oğlun kızın çok dede, birini bana versene, Allah sana çok vere' diye dua ederdim. Ay dede beni işitti. Çocuklarının birini bana verdi 'adı Ela kız olsun' dedi. 'Benim kadar çok ömrü, benimkiler kadar güzel çocukları olsun' dedi. Ela kızın babası Reşat Nuri Güntekin."

Aile Paris'te olduğu yıllarda Ela da eğitimine burada başlar: "Hem Almanlar'ın müttefiki hem Müslüman olduğumuz için o zaman okulda çok aşağılandığımı biliyorum. Ama ben intikamımı iyi notlarla aldım." Aile Türkiye'ye dönüş yaptığında küçük Ela da ilkokul beşinci sınıfı Nişantaşı'ndaki Nilüfer Hatun İlkokulu'nda okur. Ela Güntekin, o yıllarda Reşat Nuri için çok iyi bir yürüyüş arkadaşıdır: "Çok nazik bir adam. O zaman babalar şimdikiler gibi değil. Ne bileyim, çocuklarını dizlerinde hoplatmazlar, beraber birtakım şeyler paylaşmazlardı. Çocuk daha ayrı bir kategoride idi. Bir de tabii yaş farkı vardı. 1951'de taşındık Levent'teki bu eve. Karşımız mısır tarlası, dutluktu ve deniz görünürdü. Önümüzdeki şu Nispetiye Caddesi daracık ve çamurlu bir patika idi. Uzun uzun yürüyüşler yapardık babamla burada."

— Ne konuşurdu yürüyüşlerde?
Bir kere didaktik bir konuşması yoktu. Fakat ne bileyim gökteki bir yıldıza takılırdı. Fuzuli'nin derinliğinden, Allah kavramından, etikten bahsederdi ama bütün bunlar öğretici bir şey değildi. Sanki kendi kendine konuşuyormuş gibiydi daha çok.

— Siz kaç yaşında idiniz?
12—13 ama bizim eve çok kitap girerdi. Çok okurdum. Ben bir de Dame de Sion'da okuyordum. Oranın da teşvik edici bir yanı vardı. Çok küçük yaşta düşünmeye başladım diyebilirim. Zannediyorum ben de arada sorular soruyordum. Hatta son yaz Büyükada'da yaptığımız uzun yürüyüşlerde şunu dediğim olmuştur. Ben bunların hepsini kavrayamıyorum. Babam bunları bana niye anlatıyor?

— Sizi dert ortağı gibi mi görüyordu?
Olabilir ama dert ortağı da doğru bir laf değil. Yani içinin dolu ve konuşmak ihtiyacında olduğunu hissediyordum. Mesela isim vermeden ne bileyim, uğradığı düş kırıklıklarından söz ediyordu. Bir arkadaşın dostluğundan kaynaklanabilecek düş kırıklıklarından, insanların buna hazır olmaları gerektiğine kadar... Fakat sevgi dolu bir insandı. Birine ne kadar kızsa, öfkeli öfkeli gelir, anlatır, sonra 'Hay Allah' derdi. Böyle kin tutmayan, herşeyi geniş gören, son derece de nazik. Kimseye kötü bir söz söylediğini, bir kalp kırdığını görmedim. Fakat yine de tabii evde bir otoritesi vardı.

— Peki nereden besleniyordu?
Bu gezintileri yapıyoruz dedim ya. Levent çarşısı yeni kurulmuş, Teksas'ta bir kasaba gibi bir yer burası. Çıkardık babamla, ayakkabıcı, bakkal, aktar, kasap kim varsa dolaşırız. 'O buyur Reşat Bey, bir çay, kahve iç' derlerdi. Ve sohbet ederdi o insanlarla.
'Evimiz manastır gibi idi'

— Ne konuşurdu halkla?
Kitap konuşulmazdı bir kere. Biraz memleket meselesi konuşulurdu. Konuştuğu kişinin oturduğu yere dair bilgiler alırdı. Ama hiç bir zaman evde, oturulsun da, rakı sofrası kurulsun da, başka yazarlar da gelsin hep beraber içelim böyle bir şey yoktu. Bizim evimiz bir manastır gibi idi. Keyifsiz bir manastır değil ama, böyle bir yazar çizer takımı gelmezdi. Sonra, iki gün evde otursa 'Benim canım biraz sefalet istiyor' derdi.

— Sefalet?
Yağmur çamur. Eskiden buradan (Levent'ten) Babıali'ye gitmek kolay değildi. 40 dakikada bir otobüs vardı, yollar çamur içindeydi, sonra kendisi çok genç değildi.
Yalnız aile dostu bir doktor Talat Bey vardı. Daha çocukluğumda da iki tane arkadaşı vardı, Tatar Abdurrahman Bey ve Giritli Fahri Bey. Galiba bir yerde memurdular. Giritli Fahri Bey keyifli bir adamdı, Ada'ya gelirken yanına gramofonunu getirir Rum plakları çalar, şarkılar söylerdi filan.

'Babam pratik biri değildi'

— Kitaplarından iyi para kazanabiliyor muydu?
Hayır, hayır, hayır. Çok az, belki biraz Çalıkuşu'ndan kazanmıştır. Babamın hiç pratik birşeysi olmadığı için kimse de ona bir telif hakkı ödemiyordu. Vefatından sonra annem gerçekten bir mücadele verdi ve eserlerin topluca İnkilap'ta basılmasını sağladı.
Annem daha pratikti. Ne bileyim annemle bir bankaya gidecek olursak müdürün yanına çıkar beş dakikada işimiz hallolurdu. Babamla bir yere gidecek olursak kuyruğa girerdik. Ya da bir kitabını basmışlar, yayınevinden alacağı var, para ödemiyorlar, Babıali'den aşağı inerken kaldırım değiştirir 'O kitapçının önünden geçmeyeyim, Reşat Nuri para istiyor demesinler' diye düşünürdü. Bunlar çok zamanı geçmiş şeyler. Şövalye gibi.

— Yalnızlık ne derece etkindi hayatında? Yürümeniz dışında başka neler yapardı?
Yalnızlık dediğimiz zaman mesela o UNESCO'da görevli olduğu zaman birtakım toplantılardan sonra eve gelir ve anneme mi anlatırdı, kendi kendine mi konuşurdu bilmiyorum ama evde uzun uzun böyle dolaşarak kızgınlıkla bir şeyler anlattığını hatırlıyorum. Mısır veya Araplar'ın Türkler'e karşı birtakım girişimlerinden söz eder, kendi yaptığı birtakım müdahalelerden bahsederdi. Yalnızlık derken odasında yalnızdı tabii. Ama bir meyhaneye gitsin, bir kahveye gitsin, böyle şeyleri yoktu. O şeyleri belki çoktan kapatmıştı.
— Sizin anlattıklarınızdan evcimen bir yazar tipi çıkıyor ortaya. Yazısını yazan, işine giden, onun dışında çok fazla bir şeye karışmayan...

'Kahvaltımı babam hazırlardı'
Evet ama ben ona evcimen demem. Evin idaresi, bilmem nesi annemin üstünde idi. Şöyle bir şey var, çocukken, benim odam onunkinin karşısında idi. Ben yatardım ama onun odasından ışık vurur ve daktilo sesi gelirdi. O daktilo sesi müthiş bir güven verirdi bana. O ses büyülemiştir beni. Orada yalnızdı.

— Yazılarını ne zaman yazardı?
Gündüz yazmıyordu. Akşam mesela 21:30 —22:00'de odasına çekilir sabaha kadar... Ama yazıyor mu, çalışıyor mu, okuyor mu? Fakat ben hep o daktilo sesini duyardım. Sabah da beni 7:00'de kaldırır, bana kahvaltı verir —çorba pişirir, ekseriyetle de irmik çorbası— beni uğurlar ve ondan sonra yatardı. Ama bu 7—7:30'u bulurdu.
— Mutfak işlerine yardım ediyordu yani..
Yardım etmiyordu. Gece yazısının arasında mesela 12'de mutfağa girer, çok güzel yemekler pişirirdi. Fakat sonra o mutfağa girilmezdi tabii.

— Daha çok ne tür yemekler yapardı?
Alaturka yemekler. Patlıcanlı pilav filan gibi mesela. Yemek yapmak zannediyorum onun için bir hobi idi.

— Annenizden daha fazla girdiği oluyor muydu mutfağa?
Annem girmezdi.

— Başka ne tür hobisi vardı?
Radyo dinlerdi. O zamanlar radyonun ne müthiş bir icad olduğundan söz ederdi. Alaturka musikiyi büyük ilgiyle dinlerdi. Bir de radyoya çok sokulurdu. Çünkü annem o tür musikiden hoşlanmazdı.
— Evde annenizin sözü geçiyordu o zaman.
Bazen birinin, bazen diğerinin ama annemin sözü geçer gibiydi.

— Dini yaşantısı nasıldı? Konuşur muydu sizinle bu konularda?
Yeşil Gece kitabını biliyorsunuz. Ondan başka söyleyecek bir şeyim yok.

— Yazmayı iş edinenler genelde çok sigara tüketir. Babanız da çok sigara içer miydi?
Günde dört paket. O zamanın sigaraları incecikti fakat ölümü de ondan oldu zaten."
Reşat Nuri, 1956 yılında Londra'da tedavi görürken hayatını kaybeder: "Hastanede anneme demiş ki 'İyi ki Ela burada değil. Ne kadar acı çektiğimi görmüyor. Ona şükrediyorum.' Tabii ölümüyle beni çok kötü bir zamanda ortada bıraktı. Gelişme çağında idim. Ondan sonra kararlarımı, sürüklenmelerimi hep kendim götürmek zorunda kaldım. Yani o konuşmalar, sohbetler olmasa belki ben daha düz, belki daha sağlam, ayağı yere basan insan olurdum. Ondan sonra çok bocaladım tabii.
İlk eşi büyükelçi Tanşuğ Bleda

— Siz ne olmak istiyordunuz?
"Bilir miyim o yaşta? Sadece edebiyata ve okumaya büyük merakım vardı. O dönemde Levent çarşısında bir kitapçı vardı. Aziz Nesin işletiyordu onu. Sabahları da gazete dağıtımı yapıyordu bütün Levent mahallesine. Oraya sık sık gidip Pekos Bil vs. okuyordum. O zaman gelen bir gazeteci sormuş 'Ne olmak istiyorsun?' diye, ben de Teksas'a gidip kovboy olmak istiyorum demişim. Ve bu da gazetelerde çıkmış."
Ela Güntekin annesinin etkisiyle girdiği Dame de Sion'dan babasının vefatından iki yıl sonra, 1958'de mezun olur: "Sonra yurt dışında siyaset bilim okumak istiyordum, annem bir şekilde onu engelledi." Sonra İstanbul Üniversitesi Sosyoloji ve Felsefe Bölümüne girer. Ardından Sorbonne'da edebiyat üzerine eğitimine devam eder. Ela Güntekin bu yıllarda evlidir. Dışişleri'nde çalışan teyzesi Gaye Güntekin vesilesi ile tanıştığı, diplomasi merdivenlerini henüz tırmanmaya başlayan Tanşuğ Bleda ile evlenir (1961). Bleda, Mithat Şükrü ile akraba olmayıp, Paris, Tiran, Roma, Bonn'da görev yapan, Tahran'da büyükelçi, Paris'teki OECD'de Daimi Temsilci olan ve Paris Büyükelçiliği sırasında meslekte 42 yılını doldurarak emekliye ayrılan bir hariciyecidir. Ela Güntekin, Bleda ile 1967—68'e kadar evli kalır. Bu dönem Tanşuğ Bleda'nın Paris'e üçüncü katip olarak atandığı dönemdir. (Bleda, Hariciye'deki anılarını Maskeli Balo adıyla Doğan Kitap'tan yayınlamış ama Ela Hanım ile yaptığı evliliğe değinmemiştir.) Güntekin, eşinden boşandığı bu yıllarda TRT'de Merkez Program Dairesi'nde program uzmanı olarak çalışmaya başlar. Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncularından Mehmet Keskiner de TRT'dedir. Ela Güntekin ikinci evliliğini Keskiner'le yapar ve Üzüm adında bir kız ve Yağmur adında bir erkek çocuk getirir dünyaya: "Sevgi ve Mümtaz Soysal çok yakın dostlarımdı. Bir akşam arabamın içinde Sevgi Soysal ve Mehmet Keskinoğlu ile birlikte iken İsrail Büyükelçiliği'nin önüne geldiğimizde durduk ve bir tartışma yüzünden Mehmet'e 'Yeter' diye bağırdım. Arabanın çevresini birden polisler sardı. Mümtaz Soysal hapiste, ben de mimli bir yer olan TRT'de çalıştığım için, icra—i rezaletten kendimi önce karakolda, sonra Mamak Cezaevi'nde buldum. Bir aya yakın cezaevinde kaldıktan sonra TRT'ye gittik. Genel Müdür Musa Öğün Paşa idi. 10 dakika sonra çağrılarak işimize son verildiği söylendi. Orada bazıları 'Sen Reşat Nuri'nin kızısın, senin için Musa Paşa'ya bir şey yapabiliriz' dedi. Ben de o ekmekten yemem dedim ve Mehmet'le birlikte istifa ettik."

Bundan sonra Güntekin'e kolay iş vermezler. Türkiye'deki yabancılara sağlık sigortası hizmeti veren bir şirkette kısa bir süre çalıştıktan sonra oradan da atılır. Sonrasında bir yabancı dil okulunda çalışır fakat burada da fazla tutunamaz.
'İnsanlar Reşat Nuri'nin kızı ne yaptı diye soruyorlar'

1973 veya 74'te de Mehmet Keskinoğlu'ndan ayrılan Ela Hanım, 1991'de emekli olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışır. Yine bu sırada özel dersler verir. Bu dönemde başladığı çeviri yapma işi, hayatının daha sonraki bölümlerinde yapacağı tek iş olacaktır. Şeyh Bedrettin'in Hayatı, Hatice Sultan ve Melling Kalfa gibi eski çevirilerinin yanında Osmanlılar ve Ölüm gibi eserlerle çevirilerine devam eder.

— Babanızdan dolayı sıkıntılar veya kolaylıklar yaşadığınız oldu mu?
"Dame de Sion'da okurken babam oraya müfettiş olarak gelmişti. Sonra bir ders arasında beni de müdirenin odasına çağırdılar, çay içiyorlardı. Ertesi gün, bir şey yapmadığım halde sudan bir bahane ile bana ceza verdiler. Ben de geldim babama yakındım. 'Şımarmandan korkmuşlardır' dedi. Yıllar sonra o Sör'ü Fransa'da bulup aynı soruyu ona sorduğumda aynı cevabı verdi. Babamın bir sözü vardı 'Şöhretler bedelini ödemek zorundadır' diye. Belki ondan dolayı ben onun kızı olmakla övünmedim, onu öne çıkarmadım, televizyona çıkmak istemedim, röportajlar yapmak istemedim, yani bir çeşit tevazu, herkes gibi olma, sıradan olmak arzusu... Onun için ayrıcalıklı bir muamele de görmedim. Ama babamdan dolayı en sıradan insanlardan çok sevgi, saygı gördüm. Ona da minnet duydum. Ne mutlu size. Halbuki yani bunun da bir bedeli var. İnsanlar karşınıza dikilip 'Sen ne yaptın bakalım?' gibi sualler soruyorlar."
 
Üst Alt