Son Konu

Sait Faik Abasıyanık Oykuleri

bilgiliadam

Yeni Üye
Katılım
16 Ağu 2017
Mesajlar
1,516,397
Tepkime
42
Puanları
48
Credits
-46,831
Geri Bildirim : 0 / 0 / 0
Sait Faik Abasıyanık Oykuler
Sait Faik Abasıyanık Hikayeleri

Dulger Balığının Olumu

Hepsinin gozleri guzeldir Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın goğuslerine takılmağa değer Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zumrutler, şunlar bunlar?
Mumkun olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar doner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkcılar milyon, balıklar şan u şeref kazanırdı Ne yazık ki soluverir olur olmez, oyle ki, buzulmuş boceklere doner balık sırtının pırıltıları Benim, size olumunu hikaye edeceğim balığın oyle parıltılı, yanar doner pulları yoktur Pulu da yoktur ya zavallının Hafifce, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir Balıkların en cirkinidir Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan cıkar cıkmaz bir karış acılır Acılır da bir daha kapanmaz

Vucudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?

Rum balıkcıların hrisopsaros Hristos balığı dedikleri bu balık, vaktiyle korkunc bir deniz canavarı imiş İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış Bir Finikeli denize duşmeye gorsun! Devirdiği Kartacalı cektirmesinin, Beni İsrail balıkcı kayığının sayısı sayılamamış Keser, bicer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; kopararır atar; ceker, parcalarmış Akdeniz'in en gozu pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, beladan, işkenceden yılmaz korsanı, dulger balığının adından bembeyaz kesilirmiş

İsa, gunlerden bir gun, deniz kenarında gezinirken sandallarını buyuk bir korkuyla bırakıp kacan balıkcılar gormuş Ne oluyorsunuz?diye sorunca balıkcılara; Amandemişler balıkcılar, elaman! Elaman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parcaladı Hepsinden kotusu, balık tutamaz olduk, aclıktan kırılırız

İsa, yalınayak, başı kabak, dulger balıklarının yuzlercesinin kaynaştığı denize doğru yurumuş En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan cıkarmış İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler soylemiş

O gun bu gundur dulger balığı, denizlerin gorunuşu pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır Bircok yerlerinde civiye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer cıkıntıları, kemikle kılcık arası dikenleri vardır Dulger balığı adı ona bunlardan oturu takılmış olmalı

Butun bu alat u edavatın dort yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar cevirmiştir Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun bicimini alır

Oltaya tutuldu muydu dunyasına, sulara kusuverir Nasıl bir korku icine duşer kimbilir? Onun icin dunya bomboştur artık Oltadan kurtulsa da fayda yoktur Suyun yuzune yamyassı serilir Kocaman gozleriyle insana mahzun mahzun bakar durur Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıc balığı sandalda olunceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses cıkarır İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, kustuğunun resmidir dulger balığının

Bir gun, balıkcı kahvesinin onundeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz cicek acan akasyanın dalına asılmış bir dulger balığı gordum Rengi denizden cıktığı zamandı Yalnız aletlerinin etrafını ceviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu Boyle bir oynama hic gormemiştim Evet, bu bir oyundu Bir gorunmez ic ruzgarının oyunuydu Vucutta, gorunuşte hicbir titreme yoktu Yalnız bu zarlar zevkli bir urperişle tatlı tatlı titriyorlardı İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir olum dansıydı Sanki dulger balığının ruhu, ruzgar ruzgar, bu incecik zarlardan cıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına

Hani bazı yaz gunleri hic ruzgar yokken, deniz ustunde bir meneviş peydahlanır İşte boyle bir cazip titremeydi bu İnsanın icini zevkle, saadetle dolduruyordu Ancak, balığın olmek uzere olduğu duşunulurse, bu titremenin anlamı hafifce acıya yorulabilirdi Ama insan, yine de bu anlama almamağa calışıyordu Belki de bu, harikulade tatlı bir olumdur Belki de balık, hala suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur Karnı tok, sırtı pektir Akşam olmuştur Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır Altta, dişi yumurtaları, ustte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu Vucudunu bir şehvet anı sarmıştırBirdenbire dehşetli bir şey gordum: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa, rengini atmağa, hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı Acaba bana mı oyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa luzum kalmadan, yanılmadığımı anladım

Kenarları susleyen zarların oyunu cabuklaşmağa, balik da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı İcimde dulger balığının yureğini dolduran korkuyu duydum Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Olum korkusu

Artık her seyi anlamıştı Denizlerin dibi alemi bitmişti Ne akıntılara yassı vucudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gomulmek Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, gunun mavi ve yeşil oyunları icinde kuyruk oynatmak, habbeler cıkarmak, yuze doğru fırlamak Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla aletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı Her şey bitmişti:

Dulger balığının olum hali uzun suruyor Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmağa calışmaktadır Hani biraz dişini sıksa, alışması mumkundur gibime geldi

Bu iki saat suren olum halini, dort saate, dort saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dorde cıkardık mıydı; dulger balığını aramızda bir işle uğraşırken goruvereceğiz sanıyorum

Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gun, bayramlar edeceğiz Elimize gorunusu dehşetli, korkunc, cirkin ama, aslında kuser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yurekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık gecirdiğimizden boburlenerek onu uzmek icin elimizden geleni yapacağız Şaşıracak, once katlanacak Onu şair, kuskun, anlaşılmayan biri yapacağız Bir gun hassaslığını, ertesi gun sevgisini, ucuncu gun korkaklığını, sukUnunu kotuleyecek, canından bezdireceğiz İcinde ne kadar guzel şey varsa hepsini, birer birer sokup atacak Acı acı sırıtarak İsanın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak İlk cağlardaki canavar halini bulacak

Bir kere suyumuza alışmağa gorsun Onu canavar haline getirmek icin hic bir firsatı kacırmayacağız

Havuz Başı

Beyazıt havuzunun kenarındaki kanepelerden birine oturmuş, sizi bekliyorum Yaşını almış bir adamın yirmi yaşındaki cocuk kederlerini, sevinclerini yaşamış ne demektir, diye duşunuyorum: Belki bir, gec olma hadisesi Belki de bir ceşit hazları, kederleri, cocuklukları uzatma temayulu Ama bu uzayan yaz, kışın gelmeyeceğine alamet değil Kış muthiş olacak, kar yolları kapayacak, bembeyaz ovada oluluk uzayıp gidecek Sizi bekliyorum Sizi goreceğim; icimde bir şey koşacak Siz gormeden gececeksiniz Ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim aleme Dunyayı yeniden kederlerle kuracağım Sonra carşılardan carşılara, insan sesleri arasında, her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım Herkes gecti, siz gecmediniz Yuzunuzu goremedim Bayramım, cocukluk bayramım salıncaksız gecmiş gibi gozume yaş doldu Soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, uzuntuden mi, bilmem
Havuzun suyu bulanık Kapının saatleri 12´yi gecmiş Kanepelerde kimseler yokTramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanıdık mıydı, acaba? Ne diye oyle donup donup baktı? Yoksa kimselerin oturmadığı kanepelerde bu saatlerde yalnız pek başıboşlar mı oturur? Kimseler aşık değil mi bu şehirde? Kimseler, bir meydanın kanepesinde kimseyi beklemeyecek mi, yuzunu bir dakika gormek icin kimsenin?
Once yanımdaki kanepeye oturdular Biri kadın, oteki erkekti Erkek bana gulumsedi Halim yok gulmeye; yoksa tatlı tatlı gulumsemesine karşılık verilmeyecek adam değildi Bu selam yerine gecen gulumsemeye neden cevap vermedim? Sizi bekliyordum Hala sizi bekliyordum Belki de, bugun, bu saatte buradan cıkmayacaktınız Yoksa hasta mıydınız? Bir ara bir başkasında saclarınızı, yuruyuşunuzu seyreder gibi olmuş, siz olmadığınızı gorunce yeniden merak etmiş, uzulmuş; sonra, belki de benim burada oturduğumu tahmin etmiştir de oteki kapıdan cıkmıştır şuphesine duşmuştum Bu şupheden cabucak caydım O kadar ehemmiyet verilmeye değer miydim?
Ya hasta iseniz! Sanki hasta idiniz Koşup yatağınızın başucuna gelmiştim Gozlerinizi actınız Alnınız terli idi İki acık sarı tel terli alnınızın ustune yapışmıştı Ateşim duşmuyordemiştiniz Şehre kusmuştum Karaborsalardan ilaclar getirmiştim İyileşmiştiniz Rıhtım boyunca yurumuştuk Taze, kırmızı idiniz Alnınız terli idi Guluyordunuz Alay ediyordunuz Koşuyordunuz, yakalayamıyordum Allah esirgesin! Hasta olmayın!
Dort beş saniye icinde bunları duşunduğumden adamın selamına karşılık vermemiştim Dort beş saniye bir gecikmeden sonra ben de guldum Bunun uzerine adam yerinden kalktı, yanıma geldi:
Bu caminin ismi ne?
Bir turlu bulamadım caminin ismini, dersem, inanır mısınız? Hala sizinle beraberdim Hayır, hasat filan değildiniz, cok şukur! Beni gormemek icin arka yollardan gidişinizi gorur gibi oldum İcimi mutevekkil bir sıkıntı sardı Kızamıyorum size Dunyaya kızıyorum En iyi arkadaşıma kızıyorum
Yok a Bu mayıstan başka her şeye benzeyen soğuk bin dokuz yuz kırk altı mayısına kızıyorum Size kızamıyorum Arka sokaklardan beni gormemek icin kactı ise, beni duşunerek gitmiştir, diyorum Hatırladım caminin ismini:
Beyazıt camii, canım!
Kadın da yerinden kalktı Adamın muhim bir sual sorduğunu, cevabının butun karışık meseleleri halledeceğini bağıran pek mutecessis bir yuzle yanımıza geldi Yanına oturdu adamın Bu sefer o sordu:
Ali Sofya hangisi?
Şu tarafta Bir işaretle sol tarafı gosterdim Anlayamadılar ne taraftadır Ali Sofya Elimin gosterdiği istikameti bir turlu kestiremediler Gosterdiğim yerde kocaman binalar, birbirini kesen, bicen yollar, dukkanlar vardı Oradan Ayasofya´yı nasıl bulacaklar? Ama ne yapsınlar, caresiz kabullendiler Zahir oralardadır, diye akıllarından gecmiş gibi yuzume baktılar Son bir defa daha:
Her halde ıraktır dediler
Yok, pek ırak değil dedim
Adam ellisini asmıştı Toprak rengi yuzunde alışılmamış cizgiler vardı
Bunu getirdim koyden dedi
Carşaflı kadını gosterdi: Sutlac gibi buruşuk, ufacık gozleri ile yanaklarının elmacık kemiklere rastlayan yerleri pırıl pırıl, dişleri bembeyaz, yuzune bakınca bir sut kokusu duyar gibi oldum Bu yuz pembe mi pembe; icinde ne guzel bir kan akıyordu kimbilir
Hic İstanbul gormedi bu Bakıyor, hoşlanıyor da guluguluveriyor Hoşlanıyor pek Biz Luleburgaz´lıyız Ben geldim birkac defa İstanbul´a Bu gelmemişti Camileri gezdiriyordum
Taksim´e de bir gidin
Gideceğiz Beyoğlu´nu da goruruz ha? O da, Taksim´e ulaşmadan değil mi?
Evet
Tramvayla mı gidelim?
Tramvayla gidin, ya!
Ama biz, Tunel´den gecmek istiyoruz
Tunel işlemiyor, kapalı
Yaa, Tunel kapalı demek Tunel´in kapalı olmasına beraberce uzuluyoruz Kadın, elinde gazete kağıdına sarılmış bir şeyi bana gosteriyor:
Bakır ucuzlamış, ucuza aldık
Kaca aldınız?
Kilosuna ne verdikti? 450 kuruştan verdiler Te, bak şuna, 310 kuruş verdik Pahalı değil, değil mi?
325 kuruş verdik 700 gram geldi
Sen beş lira verdin Ne geri verdi sana bakırcı?
Hesap ettiler Once anlaşamadılar Sonra anlaştılar 310 kuruşa almışlardı tencereyi Ben senin gelmen ihtimali olan yola gozlerimi dikmiştim Onlar, hesaplarını yapmış, havuzu seyrediyorlar Ben gecmenizden umidi kesmişim Sizi nerede bulabileceğimi: Bana bakın! Beni dinleyin, nolur? Bırakın da bir gun samimi olayım Soyleyeceklerimi soyletmiyorsunuz Dinleyeceklerimi dinletmiyorsunuz Bırakın anlatayım
Bu, dibinden mi kaynar?
Yok canım? Babacığım, bu pınar mı? Boruyla icine terkos gelir
Adam yanındakine donuyor:
Borularla doldururlarmış Dibine boru doşemişler, senin anlayacağın
Bana:
Pekii, hani bu, suları fışkırtırmış?
Bayramlarda, sıcak havalarda Hava soğuk da ondan fışkırtmıyorlar
Adam, kadına:
Hava soğuk soğuk da ondan fışkırtmıyorlar, anladın mı? Sıcak havalarda fışkırtırlar da insanları serinletir
Bana da donuyor:
Peki diyor Hani ustune top korlar da sular lastik topu havaya fırlatır, oynatır durur; oyle de yaparlar mı?
Elli yaşında adam, ellisine yakın kadın fıskiyeler, toplar Onlar, benden de cocuk Seni gorememenin sıkıntısı dağılıyor, seviniyorum Kadın eğilip beni dinliyor Taksim´den, oteki camilerden, meydanlardan, Boğazici´nden, Kızkulesi´nden soz acıyoruz Sonunda lakırdılarımız bitiyor Konuşmuyoruz bir zaman Ben, size bir mısra bulup soylemek istiyorum Yağmurlu havalardan, dağ yollarından, katırlardan, cıngıraklardan bahseder mısralar yok mu yeryuzunde?
Bu sırada adam, kadınına Kızkulesi´ni, Haydarpaşa´yı, Selimiye Kışlası´nı anlatıyor Bir ara ucumuz de susuyoruz Muhim şeyler duşunuyor gibiyiz Hele ben, neler duşunmuyorum: Kapıdan cıkıyorsunuz Koşa koşa yanıma geliyorsunuz Kolunuza bile giriyorum Tam bu sırada adam:
Kışın donar mı bu su?
Ne diyeyim ben şimdi? Uzuntum yine dağılıyor:
Donar diyorum, donar da cocuklar ustunde kayarlar
Kadına donuyor adam:
Donarmış; cocuklar ustunde kayarlarmış diyor Ne dersin sevgilim, Beyazıt Havuzu kışın donar mı? Murtaza cavuşla karısı Hacer anaya ben, donar, dedim


Bir Sonbahar Akşamı
Nedir bu kuş, bilmem ki? Sonbaharda bulutlar turunc renklidir Sonbaharda yapraklar konuşur Lodoslu İstanbul denizi ne baş dondurucu şeydir! Bir lodoslu gunde vapura atlayıp her ipin, her madenin ıslık caldığı bir vapurda Adalara gidip gelirim Akşamustu bazen Kopru´nun ortasında durup Sultan Selim´in arkasındaki bulutlarda kırmızı rengin oyunlarını seyrederken, bir sahra vahasında muazzam bir şehir, bir eski Bağdat, bulutlardaki deniz muharebesini seyrederdim Tramvaylar o şehri taşır, vapurlar o bulutlar şehrinin muhariplerini goturur, biz, bu hakiki şehrin sakinleri, tiyatro seyircileri gibi sessiz, adeta gecenler bile durmuş gibi olur, seyrederiz
Minareden minareye asılı kırmızılıklar, portakala, Trabzon hurmasına benzer yemişler sarkıtan sonbahar akşamlarında ben bıldırcını hatırlarım Hepsini, bulutlardaki eski Bağdat´ı, minarelerdeki ananasları, insanların eski elbiselerindeki şaşaayı, hamal cocuğunun cıplak ayaklarındaki renkten cizmeleri, ayyaşın etrafını saran eski şarap halesini, hepsini; butun bu yalancılığı, binbir gece hikayelerinin ancak cocukları saran rUyasını, hepsini bir tarafa bırakıp bir beli kuşaklı adamın iplere dizip meyve hevengi gibi goturduğu bıldırcınları duşunurum Ben, serceleri de, atmacaları, saka, florya, isketeleri de severim, hatta uzak memlekete kuşlarını rUyalarımda gorur, bazan şiir yazacak gibi olduğum zamanlarımda, papağan, tavuslar, cennet kuşları da gorur gibi olurum
Ama bıldırcın! Sen, bizim goklerimizin muhacir kuşu! Seni sevdiğim, sana yakın olduğum kadar, ne baharımızın mujdecisi, dostumuz, adeta koylumuz gibi olan camur kulubeli, calışkan, hic kacmayacaklar, yanımızda gezecekler gibi oluverip de bir gun habersiz bizden kacan kırlangıcları; ne de o kızıl gagası, muhteşem kanatları, ince uzun, sırım gibi bacaklarıyla leyleği, damlarımızda, bacalarımızda, hemen yanıbaşımızda yeri olan, hayatımıza, adetlerimize, ocağımıza, hemen hemen bir nevi melankolimize karışmış olan leyleği, sana tercih ederim
Bıldırcını, bir şiiri sever gibi severim Neden olduğunu bilmeden, yahut hafif hafif, icimde bir şeyler belirerek Hem en cok etini yediğim kuş bıldırcındır Kucukluğumde onun tuylerinin kokusunu, cok zaman sevdiğimiz saclarında koklamışımdır Onun etinin kokusunda tuhaf, şehevi bir hava buldum Onun yağlı vucudunda topraklar, esmer, genc, arzudan yanan bir insan vucudu vardı Sanki bir gun, sihirli bir ağız: Kuş ol, guzel insan! Yuvarlak, esmer, buğday, kavrulmuş kestane; sutlu, ateşte, suda pişmiş mısır kokulu, yarı kadın, yarı erkek, yalnız şehvet, sut, nişasta, şekerden mamUl mahlUk! Senin bu topraktan yapılmış cirkinler kafilesinde yerin yok! Kuş ol!dedi
Bıldırcın, boylece kuş oldu Onu ruzgarlar getirir; yağmurlar atar, memleketimize Etlerin en guzeliyle, kokuların en bayıltıcısıyla gelir, ışıklarımıza dokuluverir Doğduğum şehirde bir akşam, millet sokağa dokulur Bıldırcın yağıyor! Bıldırcın yağıyor!diye bağrışan cocukların elinde, kucuk gozleri korku ile dolu, yaşlı vucutlarında canlı kıpırdanmalarla bakışırlar, oynar dururlar
Gunlerce ağzımdan tadı, burnumdan kokusu, sacımdan tuyu, ellerimden sıcaklığı gecmezdi sonbaharda, her zaman senden bir şey vardır Benim guzel bıldırcınım Bıldırcın insana ne kadar uzaktır Vahşidir, hic bir zaman onu kafeste tutmak mumkun değildir Dost duşman tanımaz; haşin, korkaktır Yağmursuz anlarda ayakları cizmeli, kafaları kasketli, belleri fişekli, arkaları kopekli birtakım garip ne olduklarını, ne zevk aldıklarını bir turlu anlayamadığım insanlar, ancak onu gorup vurabilir Ancak onu kopekler sakladığı fundadan, bir tarla hendeğinden kaldırır İnsana bu kadar uzak olan bu kuşta, insanlıktan bir şey vardır Onu şehvetle yediğim icin, onu aşkla kokladığım icin mi severdim? O guzel insanlar gibi kokan tuylerinden cıkan, insanı merhamete, sevgiye davet eden o guzelliğin kokusu icin mi severim?
Yoksa, bu korkaklığı, bir akşam ustu şehrimize duştuğu icin mi? Hayır,hic birisi icin değil Onu cocukluğumda yediğim icin, onu ellerimle meyve gibi topladığım icin mi? Hayır, hic birisi icin değil
İnsan gibi buğdayı sevdiği icin mi? Hayır! Sevgilime benzediği icin mi? Hayır!
Ne icin o halde?diye soran olursa, bilmediğim icin, sebebini bilmediğim icin
Sensiz sonbaharın ne tadı olabilir? Bir adamın, onları iplere dizmiş goturduğunu gorduğum zaman, icimde urpertiler belirir Milyonla geride bıraktıkları fedailere rağmen, acaba gidecekleri yere gidebilirler mi?derim
 
Üst Alt