Son Konu

Alevilik Nedir?

iltasyazilim

Yeni Üye
Katılım
25 Ara 2016
Mesajlar
2
Tepkime
1
Puanları
38
Yaş
35
Credits
-2
Geri Bildirim : 0 / 0 / 0
Alevîlik aslında bir fırka veya mezhep değildir Âli Beyt'in muhabbetini esas alan bir tarikat şeklinde ortaya çıkmıştır Meselenin tarihi seyrine baktığımızda Alevîliğin bir tarikat şekline gelişmesi şöyle olmuştur:

Timur, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayazıt'ı yendikten sonra Anadolu'dan aldığı otuz bin kadar esiri İran'a götürmüştü Bunları Erdebil'e yerleştirmişti Bunlar zamanla, Şah İsmail’in dedesi olan ve Erdebil Şeyhi olarak ta bilinen Şeyh Ali'ye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldılar Bir süre sonra Timur, ara sıra ziyarete gittiği Erdebil Şeyhinin kendisinden bir arzusu olup olmadığını sorduğunda, şeyh, “Hiçbir dileğim yok, sadece Anadolu'dan esir olarak getirmiş olduğun Türkleri serbest bırakmanı istiyorum dedi Timur, şeyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onları serbest bıraktı

Bu esirler, bu vesile ile, şeyhe olan muhabbetlerini aşırı derecede ziyâdeleştirdiler Şeyhin bu sofilerinin bir kısmı Anadolu'ya döndü, bir kısmı da Erdebil'de kaldı Erdebil Şeyhi, Anadolu'ya dönen bu müritleriyle alâkasını devam ettirdi Erdebil Şeyhi'nin tarikatında “Hz Ali muhabbeti esas alındığı için, bu tarikata devam edenler Hz Ali sevgisi ile tamamen boyandılar Bunlara bu niteliklerinden dolayı “Alevî denildi

Aslında bu esirlerin ecdatları ve kendileri, bu tarikat ile bağ kuruncaya kadar, Ehli Sünnet inanışında idiler Bu tarikatla irtibatlarını yoğunlaştırdıktan sonra, tamamen Erdebil tekkesinin emrine girdiler Oradan gelen her emri, harfiyen yerine getirmeye gayret gösterdiler Öyle ki, bu müritler vergi, sadaka ve zekâtlarını bile Erdebil'e tahsis ettiler

Bunların bu fedakârane gayretleri ve karşılıklı diyalogları, gidip gelmeleri devam etti Hattâ Erdebil'den gönderilen ve şeyhin “halifesi olarak isimlendirilen şahıslar, Anadolu'da “nezir ve “sadaka namıyla para topluyor ve bu paraları gizli olarak İran'a gönderiyorlardı Böylece Erdebil Şeyhi'nin tekkesi gittikçe genişliyor, müritleri çoğalıyordu

Bu Şeyh'in asıl amacı, gerek İran'da, gerekse Anadolu'da müritlerini çoğaltarak irşat postundan saltanat tahtına, şeyhlikten şahlığa geçmekti Ancak bu arzusuna nâil olamadan ölünce, yerine oğlu Şeyh Cüneyd geçti O da babasının gizli emelini sürdürmeye devam etti Bunu hisseden o zamanın İran hükümdarı Cinahşah, kendisini İran'dan sürdü Bunun üzerine Şeyh Cüneyd Anadolu'ya geldi Onun altı yıl süren bu Anadolu ziyareti, tarikatına çok mürit kazandırdı

Sadece bir şeyh değil, aynı zamanda bir “seyyid unvanı ile de dolaştığı için beklediğinin çok üstünde taraftar topladı Artık Erdebil tekkesi Anadolu'da güçlenmiş, küçümsenmeyecek kadar büyük bir etki sahasına sahip olmuştu

Şeyh Cüneyd de babasının âkıbetine uğradı Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi takip etti Bütün gayret ve ihtiraslarına rağmen o da siyasî amacına eremedi Nihayet oğlu Şah İsmail, babasının ve dedelerinin rüyalarını gerçekleştirmeye maalesef muvaffak oldu 13 yaşında iken Anadolu'daki müritlerinden teşkil ettiği bir orduyla, o gün İran'da hâkim olan Akkoyunlulara harp ilân etti ve Akkoyunlu hükümdarını devirerek irşat postundan saltanat tahtına çıkmaya muvaffak oldu ve Safeviler Devleti'ni kurdu

Bununla beraber Şah İsmail Anadolu'dan elini çekmedi Zaman zaman birçok halifeler göndererek Anadolu'daki nüfûzunu kuvvetlendirmek için çalıştı Bu çeşit faaliyetler, Çaldıran Muharebesi'ne kadar artan bir hızla devam etti Bu muharebeden sonra İran'la Osmanlı Devleti arasında kesin hudutlar çizildi Böylece Erdebil sofileriyle Anadolu arasındaki irtibat kesilmiş oluyordu Bunun neticesi olarak Anadolu'daki müritler, pirlerin tesirinden gitgide uzaklaştılar

Bu tarikatın Anadolu'da kalan mensupları, Erdebil tekkesinden aldıkları tesirle, kendilerinin dışında kalan Müslümanları Ehli Beyt'e gerektiği gibi muhabbet beslemedikleri zannına kapıldılar Onların bu anlayış ve davranışları diğer Müslümanlarla aralarında bir soğukluk ortaya çıkardı Bu soğukluk, zamanla ayrılığa dönüştü Bu ayrılık sonucunda, Erdebil tekkesine bağlı Anadolu Türkleri medreseden uzak kaldıkları için, İtikada, ibadete, ait birçok hükümleri gereği gibi öğrenemediler Sadece babadan oğula intikal eden birtakım telkinlerle yetindiler

Diğer Müslümanlar ise, bunlarla yakın alâka kuramadı ve onlara karşı görevlerini lâyıkıyla yerine getiremediler Ölçüsüz tartışmalar, yersiz tenkitler ve davranışlarla, aradaki soğukluk gittikçe büyüdü ve derin bir ayrılığa dönüştü Buna bir de idarecilerin ihmali eklenince, Anadolu Müslümanları arasında Sünnîlik ve Alevîlik şeklinde bir ikilik ortaya çıktı

Aslında bir Müslüman’ın veya bir tarikatın Hz Ali muhabbetini meslek ve meşrebine esas almasının dinen hiçbir mahzuru yoktur Diğer sahabelere tecâvüz etmemek, Kur'an ve Sünnet'in ışığında namazını kılmak, orucunu tutmak ve diğer sorumluluklarını yerine getirmek kaydı ile, Hz Ali ve Ehli Beyt muhabbetini rehber edinmenin hiçbir mahzuru yoktur

Gerçek şu ki, Kitap ve Sünnet'i bilen ve gereği gibi yaşayan hakikî bir Alevî, ancak Allahü Teâlâ'yı ma'bûd olarak tanır Kendisini, İslâmîyet’in bir ferdi olarak bilir, Peygamberimizi, en son Peygamber, Kur'ânı Kerîm'i de son semavî kitap kabul eder Bu sun’î ayrılığın ortadan kalkmasının tek yolu, Kur'an'ın ışığı altına girmek ve O'nu yegâne ölçü kabul etmektir Nitekim Cenâbı Hak Kur'ânı Kerim'de, “Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız ve ayrılmayınız buyurmakla, bütün Müslümanların Kur'an etrafında toplanmasını emretmektedir Müslümanların birlik ve beraberlikleri ancak böylece temin edilebilir, ayrılıklar O'nun prensipleriyle ortadan kaldırılabilir Her türlü hurafe ve safsatalardan ancak böylece uzak kalınabilir

Evet, Hakk'ı bulmanın, hakikate ermenin tek yolu, Kur'an'a iman ve onun gereği ile amel etmektir Çünkü, Kur'an, insanlığı mutlak hayır ve hakikate sevk etmek için, bizzat Allahü Teâlâ tarafından gönderilmiş mukaddes bir kitaptır İnsanın dünyevî ve uhrevî saadetini gösterecek ve olgunlaştıracak olan O'dur O, insanı iman ve tevhide; ubudiyet ve kulluğa, kardeşlik ve sevgiye davet eder İman ve salih amele ait ölçülerin en güzelini O vazetmiştir İslâmîyet ancak ve ancak O'nun ölçüleriyle yapılanmıştır

O'nun sarsılmaz ve muhteşem kurallarının dışında hiçbir hakikat yoktur ve aranılmaz O'nun güzel görüp tasdik ettiği Her şey hakikat; çirkin bulup reddettiği Her şey ise uydurmadır O'nun tesis ettiği İslâmîyet köhne hurafeleri, batıl inanışları, rezalet ve fuhşiyatı şiddetle reddeder Şu halde, bütün Müslümanlar, itikada, ibadete, ahlâka, helâle, harama, zikre, fikre, muhabbete ait kutsî hakikatleri, O'nun terazisiyle tartacaklardır

Kur'an ayetlerinin Allah'a ait beyanları her insanı ikna edecek bir kuvvettedir Sıradan halk, O'nun beyanının sadeliğine meftûn, bilim adamları da fesahat ve belagatına hayrandır “Kalpler O'nun zikriyle tatmin olur ve her seviyedeki fikir erbabı, inanma ihtiyacını O'nunla karşılarlar, O'na uymakla kemâle ererler Kur'an, insanları tefekküre teşvik etmiş ve bunun ölçülerini aklın eline vermiştir İnsanlar ancak O'nun ders verdiği ölçülerle kâinat Kitabı'nı okuyabilmişler ve O'ndaki gizli hakikatlerini keşfedip Hâliklarını, Mabûtlarını bulabilmişlerdir O, hayatın karanlık ve fırtınalı yollarını aydınlatmak için aklın eline verilen bir ilâhi meşaledir Güneş, madde âlemini aydınlattığı gibi, Kur'an da maneviyat âlemini aydınlatmak için nazil olmuştur Kur'ânı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: “Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür (İsrâ, 9)

Bir fende terakki etmek için, o fennin kanunlarına uymak bir zaruret olduğu gibi, hak ve hakikati bulmak için de, Kur'ân ve Sünnet'in düsturlarını rehber kabul etmek son derece gereklidir Evet, insan Cenâbı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ancak Kur'an'ın ve Sünnet'in irşadıyla bilebilir Nereden gelip, nereye gittiğini, dünyadaki görevinin ne olduğunu, gideceği ahiret âleminin mahiyetini, hakikatini ve o âlemde nelerin makbul, nelerin merdut olduğunu, ancak bu iki vesile ile anlayabilir

Hangi fiil ve hareketlerin, hangi hâl ve tavırların Cenâbı Hakk'ın rızasını, hangilerinin de gazabını celp edeceğini; neyin hak, neyin batıl ve neyin hata, neyin doğru olduğunu yine Allah'ın Kitabı ve O'nun sevgili Peygamberinden (sav) öğrenecektir Her Müslüman, kendi inanç ve ibadet dünyasını, bu iki hakikatin rehberliğinde gerçekleştirmekle sorumludur Nelere, nasıl inanmakla iman dairesine gireceğini ve hangi amelleri işleyip nelerden çekinerek İslâm dairesinde kalacağını yine bu iki esastan, yâni Kur’an ve Sünnet'ten öğrenecektir

Madem ki, bütün Müslümanların ölçüsü Kur'an ve Sünnet'tir, o halde bir Müslüman beşerî her fikri, her iddiayı, her inancı, her itikadı Kur'an'a ve O'nun birinci derecede tefsiri olan Hadîsi şeriflere göre değerlendirecek ve muvazene edecektir Kur'ânı Azimüşşân, imanın birinci rüknü olan “Allah'a imanı bizlere ders verdiği gibi, “melâikelere, semavî kitaplara, peygamberlere, ahirete, kadere (hayır ve şerri O'nun yarattığına) iman etmeyi de ders verir Bir insan, ancak iman hakikatlerine Kur'an'ın bildirdiği gibi iman etmekle mümin olur Hem Kur'ânı Kerim, Allahü Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarından ibaret olan İslâmîyet’i müminlere talim etmiştir Bir mümin, bu emir ve yasaklara harfiyen uymakla kâmil bir Müslüman olur
 
Üst Alt